Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Proust'un zihninin derinliklerinde



Toplam oy: 1084
Marcel Proust // Çev. Roza Hakmen
Yapı Kredi Yayınları
Edebiyat ve Sanat Yazıları, Marcel Proust'un parlak zihninin izinde birçok farklı yola sapmaya rahatlıkla olanak tanıyan bir yolculuğa çıkarıyor okuru.

Marcel Proust’un şaheser romanı Kayıp Zamanın İzinde’sini okuyanlar onun yalnızca kendi yaşamını anlatmadığını, aynı zamanda kültür ve sanata da ne kadar düşkün olduğunu fark etmiştir. Ancak Proust, bu ilgisini sarih bir şekilde aktarmaz. Düşkünlüğün okur tarafından keşfedilmesini ister. Hiçbir zaman açıktan söylemez ama ona göre şeytan ayrıntıda ve yorumda gizlidir. Her şeyden önce Proust’un Fransız aristokrasisini en ince ayrıntılarına kadar gözlemlemiş olması ve şatafatlı salonlardaki insan ilişkilerinin tadını bize karmaşık bir koordinatlar dizisi biçiminde sunması onu bir yazarın yanı sıra bir eleştirmen haline de getirir.

 

Edebiyat ve Sanat Yazıları, Proust’un eleştirmen yönünü de görmemize olanak sağlıyor. Ancak onun eleştirmenliğinin sadece belirli bir alana odaklanan ve kısıtlı bir sahaya dair bir uğraş olmadığı kitap boyunca anlaşılıyor. Zira kendi edebi döneminin ruhunu geniş bir perspektiften ele alıyor. Bir yandan kendisi gibi Fransız olan Flaubert’den, Baudelaire’den, Chateaubriand’dan ustalıkla söz ederken, öte yandan Rusya’nın Dostoyevski ve Tolstoy’una ve Almanya’nın Goethe’sine ayrıntılarıyla yaklaşabiliyor. O yüzden bir anlamda sınırların ötesine geçen bir eleştirmenlik anlayışından bahsedebiliriz. “Sınırların ötesine geçmek” ifadesi Proust için salt ülkeler ya da kültürler arası bir geçişkenliği değil, edebi türler arasındaki bir aradalığı imliyor. Bu çeşitlilik ve birlikte oluş, Proust’un ortaya koyduğu alelade bir ilginin değil, tam tersine onun çok yönlü bir zihne sahip oluşunun ürünü olarak karşımıza çıkıyor. 

 

Ayrıntıların naifliği ve gücü

 

Kitap boyunca Proust’un en ilginç yazısının “Flaubert’in ‘Üslubuna’ Dair” olduğunu söylesek yanlış olmaz. Flaubert, roman karakterleriyle, öykünün akışıyla ve betimlemeleriyle ele alınabilecekken (ve sanırım herkes için de normal olan budur), Proust bu tür bir eleştirinin yanında en büyük payı gramatik eleştiriye veriyor: Flaubert’i Fransızcayı kullanım biçimi üzerinden inceleyerek Kayıp Zamanın İzinde’deki detaycılığını buraya da aktarmış oluyor. Burada Proust’un eleştirmen kimliğinden sıyrılmaksızın editör kimliğini de içinde barındırabildiğini görüyoruz. 

 

Proust’un, Flaubert’in falanca özneyi kullanarak yarattığı belirsizliğin aslında dokunduğu yere, kullandığı “ve” bağlacının işlevinin dilbilgisindekinden tamamen farklı olmasına, onun zarfları ve zarf tümleçlerini kullanma biçimine ve öyküsünü anlatırken dili bir ritm aracı olarak kullanmasına bu denli dikkat çekmesi, onun yedi ciltlik romanı boyunca bir anlığına çağrışan bir sesten, bir kokunun yarattığı, karşımızdaki kişinin yüz ifadesindeki belli belirsiz bir mimikten yola çıkarak, bunların yarattığı devasa farkı ve hissiyatı sayfalar dolusu, bıkıp usanmadan anlatmasını hatırlatır.

 

Ayrıntılara incelikli bir şekilde yaklaşmak Proust’un şiir üzerine olan yazılarına da net bir biçimde yansır. Jacques Riviére’e Baudelaire üzerine yazdığı mektupta çok fazla şiir alıntısı yaptığı için sitem eder, çünkü niyeti çok açıktır: “Hafızamın sayfalarında gezinip dostlarımın zevkini yönlendirmekten başka bir iddiam yoktu.” Proust’ta böyle bir naifliğin – ve hatta kırılganlığın – izlerinin yanı sıra, eleştirinin sert üslubunu da bulmak mümkündür. Nitekim kitaptaki bütün yazılarda Proust daima bir tartışma içindedir, tartışmaktan büyük bir memnuniyet duyduğu su götürmezdir. Metinleri seçerek kitabın oluşmasını sağlayan Mehmet Rifat’ın sunuş yazısında belirttiği gibi, “Bu yazılar tıpkı romanı gibi birer yaratım örneğidir, yaratım üzerine düşüncelerdir, yaratımın koşulları, sınırları konusunda yapılmış yorumlamalardır.”

 

Sanatin edebi hazzı

 

Proust’un edebiyat yazılarında büründüğü eleştirmen rolünü sanat yazılarında aşikar biçimde görmek mümkün değildir. Onun yazar kimliği tam da sanat üzerine yazdıklarında ortaya çıkar. Bu yüzden onun sanat eleştirilerini edebi bir eser olarak da görmemizde nasıl bir sakınca olabilir ki? Rembrandt ya da Watteu üzerine yazılarında betimlemenin gücüyle karşılaşırız. Görme duyusu o kadar gelişmiştir ki Proust’un, gözlemlerini metin haline getirdiğinde, tabloları bir romanmışçasına yeniden yorumlayarak okurun gözünde onların en basit ifadeyle canlanmasını sağlar. Onunkini daha ziyade yazma ve ilhamın gücü olarak nitelemek yerinde olacaktır. “İlhamın Tükenişi”nde söylenecek şeyin aktarılmaya değer olduğunun tek işaretinin yazarın ve okuyucunun içinde beliren coşkunluk olduğunu söyler. Kuşkusuz bu coşkunluk, “hazzın yakalanmış, zamandan koparılmış, derinleştirilmiş ve ebedileştirilmiş halidir.” 

 

Özellikle Rembrandt ve Chardin hakkındaki yazısında gerçek sanatçının alegorinin ötesine gitmesi gerektiğini, en ufak bir kasın bile önem taşıdığını söyleyerek bize sanatçınin kim olduğundan söz edermiş gibi görünürken, aslında farkında olmayarak kendi yaptığı işin iyi bir tanımını sunmaktadır. Proust’un eleştirmenlik noktasındaki bu yetkinliği, eserlere sadece bir nesne olarak değil, canlı, bilince sahip, haz duyusuna hakim olan varlıklarmış gibi muamele etmesinden kaynaklanır. Dostu Marie Scheikévitch, Swann’ların Tarafı’nda Mme Swann’ın ilerideki değişimini merak ettiğinde ona vermiş olduğu “Hanımefendi, Mme Swann’ın nasıl yaşlandığını merak etmişsiniz. Özetlemesi oldukça zor. Eskisinden daha güzel olduğunu söyleyebilirim,” yanıtı kendi eserindeki karakterlere bile çok güçlü bir bağla yakınlık kurulmuş bir dost, hatta sevgili gibi davrandığını apaçık ortaya koymaktadır. Bu davranış biçiminin yegane sebebi olarak da eserlere dönük yoğun bir ilgiyi, verilen önemi ve gösterilen imtina ve ihtimamı vermek hiç de yanlış olmayacaktır.

 

Proust’un Edebiyat ve Sanat Yazıları, yaratıcılığın ve yaratıcılığın oluşturduğu hakikat alanının geçmişe dönük bir ertelenmiş eylem biçiminde nasıl da işleyebileceğinin kanıtıdır biraz da. Çünkü, Proust’un Chardin için dediği üzere, “yaratıcı eylemler yasaların bilinmesinden değil, anlaşılmaz, bilinmeyen, açıklayarak güçlendirmediğimiz bir kuvvetten kaynaklanır.” Burada yaratıcılığın payı hem sanatçıda hem de Proust’un yorumunda bulunur. Kitap boyunca Proust’un okuru izlenimlerden çıkan ve ondan yansıyan sanat parçacıklarına doğru ilerleyen bir yolculuğa çıkarma amacı olduğunu sezmemek zordur. Bu anlamda, Edebiyat ve Sanat Yazıları, Proust’un parlak zihninin izinde birçok farklı yola sapmaya rahatlıkla olanak tanıyan bir yolculuğa çıkarıyor okuru.

 

 


 

 

* Görsel: Richard Lindner

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.