Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Resimli büyük insanlık sözlüğü



Toplam oy: 1478
"Ben ben... ah yine ben" demekten öteye gidemeyen çağdaş yazının biraz olsun dilinin çözüldüğünü ve hatta teklemeden ilerlediğini görmek her sahih okurun hakkı.

Atay’ın yüzlerce ciltlik hayat bilgisi ansiklopedisini bir kenara kaldırabilirsiniz. Müjdeyi verelim; nihayet, gündelik hayatın, eşyanın ve insanın o tuhaf, ele gelmez ve sürekli çoğalan bilgisi dev bir kitapta toplanmak yerine, muhtasar bir sözlükte toplandı. Hem de, hep hayal ettiğiniz gibi, resimli bir sözlük bu.

 

Ertuğ Uçar, Rüya Arızaları ve Yalnızlığın 17 Türü’nden sonra, Bir Sözlük Hayali altbaşlıklı Ormanda Kaybolmak ile tekrar aramızda. Her biri insanlık durumumuzun bir veçhesine temas eden kavramlar üzerine kurgulamış kitabını Uçar. Sayfaların birinde o kavram hakkında bir öykü, diğer sayfada ise o kavramın çağrıştırdığı, onunla ilişkili diğer kavramlara ait zihin açıcı eskizler var. Eskizlerin bir çeşit görsel sözlük olarak görev yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

“Ana Anne Valide” üçlemesinden şu örnek, kitabın nasıllığına dair önemli bir ipucu verecektir: “Benim annem örgü şişleri, arkası yarın, bisküvi, koltuk örtüsü, tabak çanak sesi ve turunç reçeli karışımı bir imgeyken; val’daanım koyu renk boğazlı ve ince dantelli elbiseler içinde, yavaş konuşan, taşkın hareketler yapmayan ve yaptırtmayan, güzel ama soğuk coğrafya öğretmeniyle Heidi’deki Bayan Rottenmeier arası, vatkalı ve kesinlikle zayıf bir siluetti. Evet, orta sonun ilkbaharıydı. Sonraki hayatımda hiç görmeyeceğim Soner’e tüm teneffüs boyu koşup kıpkırmızı olduktan sonra cesaretimi toplayıp sormuştum: ‘Senin annen yok mu?’”

 

 

Çiçek toplayan biri

 

Kavramlar zihnin, kelimeler dilin malzemesi malum. Edebiyat ise bu ikisini bir araya getiren müthiş bir imkanlar bahçesi. Bu yüzden, kelimelerle ve onların zihindeki asılları olan kavramlarla kurulan ilişkiyle, edebi metni bir çiçek tarhına, bostana, labirent bahçesi veya belediyelerin orta refüjlerine ya da bir ormana döndürmek mümkün. Kelimelerle arası iyi olan bir yazarın arası kavramlarla pek de iyi olmadığında, ortaya çıkan eser genellikle belediyelerin her yıl yeni bir heyecanla başlayıp beceremediği ertesi yıl yine aynı hevesle giriştiği yol güzelleştirme çalışmalarına benziyor. Nedir, zihni altyapısı sağlamsa, hele ki insanlık durumuna temas eden bir gerilimden yola çıkıyorsa, elinizde tuttuğunuz kitabın sizi bir ormana davet ettiğini görebilirsiniz. Uçar’ın birer sayfalık öykülerinde ise, üzerinde incelikle düşünülmüş kavramlar ile o kavramları dramatik  yapıya ustaca oturttuğu, seçilmiş, rafine bir dil bekliyor bizi. Bilge Karasu metnin nihai amacının, “soluk verişin doğallığında, akıcı, akan bir metin oluşturmak, çiçek toplayan birinin vücudunun ahengine ulaşmak,” olduğunu söylüyordu. Biz de rahatlıkla, Ertuğ Uçar’ı filozof-yazarımızın namzet halefi olarak tanımlayabiliriz.  

 

Yazımızın bu noktasına ulaştığımıza göre, giderek açılan us kekemesi Türk edebiyatından da söz edebiliriz. Kendi üzerine kapanan, “ben ben... ah yine ben” demekten öteye gidemeyen çağdaş yazının biraz olsun dilinin çözüldüğünü ve hatta teklemeden ilerlediğini görmek her sahih okurun hakkı. Uçar fazlasıyla cömert bu konuda. Okura hakkını en ufak bir tereddüte mahal bırakmadan teslim edebiliyor.

 

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Ali Seyitoğlu

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.