Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Roman yazmak isteyenlere yirmi tavsiye



Toplam oy: 116
Her roman yazarı, yazdığı tür ile ilgili verilmiş eserleri okumalı. Romanı sanat yapan unsurlar nelerdir sorusunun peşine düşmeli. Kuram kitapları ve bazı yazarların edebiyat derslerinin yer aldığı kitaplar, romancının arayışında yol gösterecektir. Nabokov’un, Cortazar’ın, Pospelov’un, Borges’in edebiyat dersleri aynı zamanda onları başarılı kılan unsurları, çalışma alışkanlıklarını, kırgınlıklarını da açığa çıkarıyor. Seni etkileyen yerli ve yabancı roman yazarları ile yapılmış röportajları oku! Bu sana yalnız olmadığını aynı dertlerden mustarip başka yazarlar olduğunu fısıldar.

Ayşegül Genç

 


1. Söze itimadın tam mı?


 

Söz hazinedir. Eskiden ders anlatılacak meclislere, talebeler erkenden gider, kirliyse süpürür, eğrilik varsa düzeltir, muallimin elini koyacağı yerde kıymık var mı diye kendi elleri ile yoklarlarmış. Amaçları mekânı bir insandan ziyade “söz”e hazır etmeye çalışmaktır. Söze hürmet ederler. Yine eskiden bir yabancı geldiğinde köy ahalisi o kişiyi kendi evlerinde ağırlamak için yarışırlarmış. Çünkü misafire hürmet, söze hürmettir. Dişinden tırnağından sıyırıp neyi varsa misafirin değil sözün önüne koyar ev sahibi. Sözden ümitlerini kesmemişlerdi çünkü. Sen de kesme! Dünya enkaza dönüşse bile söz bizim hazinemizdir. Söz, içinde güzelliğe çağıran bir tohum barındırır. Sözden umudunu kesen nasihatten, çağrıdan, davetten, insandan umudunu kesmiş demektir. Gidişattan razı olmamayı, gelecek olanın güzelliğini göstererek ortaya koyan, en etkili yöntemdir; söz. Sözden umudunu kesme! Söz uçarsa sen de uç, yazı kalırsa sen de kal.

2. Derdin var mı?
İyiliği sakın yerinden etme! En büyük derdin bu olsun. İyi olmanın kıyıda olmakla eşdeğer görüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Dürüst olduğum için kıyıdayım, torpil yaptırmadığım için listenin sonundayım, rüşvet yemediğim için taşrada kaldım diyorlar. İyiliği değersizleştirip, kötülüğü hoş göstererek yeni merkezler sunuyor sistemler. İyi-kötü, masum-zalim, katil-maktul, haklı- haksız başkası tarafından belirlenen merkezlere eşit uzaklıkta oluyor böylece. Oysa iyiliğin olduğu her yer merkezidir. Dürüstsen iyiliğin merkezindesindir demek gerekiyor. Merhametli isen merkezdesin. İyiyi, güzeli ve onun kaynağını başköşeye yerleştir ve bu zor yolda sanat ile ilerle! Her kıyının bir başköşesi, bir merkezi vardır, sanat devreye girdiğinde ise başköşenin bir kıyısı kalmaz.

3. Neden roman?

Romanın esnek dokusu onu diğer sanat dallarından ayırır, şiirde ve öyküdeki rafinelik, haslık, sıkılık onları sanata daha yakın bir yerde konumlandırıyormuş gibi görünse de romanın çok yönlü düşünmeye daha yatkın bir yapısı vardır. Üstten ve yukarıdan değil içeriden baktırır. “İçeri”yi her gün daha fazla kaybettiğimiz çağımızda bu bakış açısı manidardır. Kendimize ait bir içimiz olmazsa, onu sarıp sarmalayacak kelimelerimiz de olmaz. Bu açıdan roman yazmakla ve okumakla hayatımız değişmez ama gelişir.
Romancı kelimeleri kullanarak insan ruhunda küçük dokunuşlar yapar. O saf noktayı arar. İnsanı irkiltecek noktaların peşine düşer. İnsanı ağlatmak da güldürmek de kızdırmak da kolaydır, acıklı ve komik pek çok roman yok satar bu yüzden. Ama bu okuyucunun/insanın zaaflarından yararlanmaktan başka neye yarar! Asıl mesele irkilmedir. İrkilme saflıktan kaynaklanır çünkü. Saf olan noktaya dokunmak insanı bir anlığına kendinden çıkarıp kendine getirir. Gitmek isterken kalmak zorunda oluşu ile yüzleştirir.
4. İlk romana dikkat et!
Genellikle ilk romanlar otobiyografik roman şeklinde gelişir. Bu cazip olsa da okuyucuyu hemen kavrasa da “edebi değer” noktasında ilk romanlara temkinle yaklaşılmasına neden olur. Yazarın ilk eserinde kendisini yazması ve tüketmesiyle ve ayrı bir eser verememesi ile çok karşılaşılır çünkü. Yazı masasındaki acılarımız ve anılarımız bir çıkış noktası olduğu gibi bir bitiş noktası da olabilir. Acılarımız da anılarımız da üretimin kaynağıdırlar elbette. Ama “yalın” olarak romanda yer aldıklarında tüketilirler. Pek çok ilk romanın fazlaca mahrem olması, edebiyat ve kültür dünyasının ona temkinle bakışına yol açar. Temkin de bekleyişi doğurur. Bu; “yazar üretmeye devam edecek mi” sorusundan kaynaklanan bekleyiştir.
5. Metninle konuştun mu?
Önce türü belirleyip sonra yazmak insanı sınırlıyor. Seni yazmaya iten dert ne olmayı istiyor? Şiir mi, öykü mü, roman mı? Bırak, sakınmak isterse sakınsın, zorluğa talip olmak isterse talip olsun. Onu dinle. Yazının matematiği, romanın kazı alanı, öykünün parlama anı, şiirin yaydan çıktığı yer vs. tüm bu sözler yazarın vicdanı ile ilgili çoğu zaman. Uzun uzun yazıyorsun kısalt diyor kendince bir sebep sunuyor, kurgunun kendi içerisinde tutarlı olmasını bir vazife olarak dayatıyor, daha titiz olmanı bekliyor, bilgin eksik diyor, daha fazla içselleştir diyor. Tüm bunlar yazarın içi ile ilgili. İçini dinle! İçinden geçenler roman olmak istemiyorsa zorlama!
6. Telkin mi teklif mi?
Tuğlası düşmüş bir duvar var diyelim. Onu onarmak isteyen için farklı yollar vardır. Faydayı çokça gözeten yazarlar çelikten sağlam bir madde ile onarır, faydayı önemsemeyenler ise çer çöp ile tıkar boşluğu. Oysa duvara gerekli olan kendi cinsinden bir tuğladır. Hayatın içinde karşılaştığımız boşlukları sanat ile doldurmaya çalışmak bunu da fıtratı bozmadan uyum içinde yapmaya çalışmak çok da kolay olmasa gerek. Yine de tercih senin! Elindeki o tek tuğla telkinden mi oluşacak tekliften mi?
7. Ustan var mı?

İnsan ideallerinin doğrultusunda tevazu ile biriktirir, sonra o birikimin içinden kibirle konuşur, bu en vahim olanıdır. Bu yüzden birikimlerimizden korkarız, başkasının birikimine değil kendi birikimine/yeteneğine güvenen herkesten korkarız, biriktirdiğimiz şeyin bizi eksiltmesinden korkarız. Bu yüzden başka birikimlere çırak olmadan, bizi diğer sanatçılardan ayıracak bir birikime sahip olmadan yazmanın risklerini aklının bir kenarına iliştir. Bol bol oku, işinin ehli olanların takipçisi ol!

8. Yeniliklere açık mısın?
“Hayatım roman” klişesinden uzaklaş. Roman artık çok farklı noktaları yokluyor. Metinlerarasılık, üstkurmaca, parodi, pastiş, bilinçakışı gibi son dönem romanın revaçta olan yöntemleri bile romancının daha yeniyi daha farklıyı aramasına engel değil. Çünkü post modern romanın en büyük özelliği “bilme”ye dayalı olması iken, artık yazarlar bilme ile ne yapabilirimin cevabını aramayı bırakıyor, olmaya dayalı yolları yokluyor romancılar.

9. Kurmaca antlaşması nedir?
Özellikle türlere yabancı bir okuyucu için kurgu ve gerçeklik ayrımı içinden çıkılmaz hale gelir. Yazarın her yazdığını yaşadığını düşünür. Bazı yeni yazarlar da sadece yaşanılanı yazmak zorundaymış gibi hisseder. Oysa yazar anlattığının kurgu olduğunu biliyorsa, okuyan da okuduklarının kurgu olduğunu biliyorsa bu bir kandırmaca değil karşılıklı anlaşmadır. Umberto Eco buna kurmaca antlaşması der.
10. Neden kurgu?
Kurgulanmış bir eserde fırça yalan olsa da fırçanın dokunduğu saf noktalar dalgalar halinde genişleyecektir. Bu da bize kurmaca antlaşmasının karşılıklı inanma üzerine değil, sadece “bilme” üzerine olduğunu fısıldar. İnsan romanın kurgu olduğunu her zaman bilecek, ama ona inanmaktan kendisini alamayacaktır.
Kurgu, hayatın içinde başka bir hayat oluşturmaktır. Başlangıçlar ve bitişler sunar. Bazen de biten başlayan, başlayan biten olabilir. Çünkü tek bir başlangıç ve bitiş ile sınırlanmaz insan. İnsan sürekli yeniden başlayabilir. Bitirip başlayabilir, bitirmeden başlayabilir. Kurgu bunları hatırlatır. İnsanın kendisi ile karşılaşıp kendisi ile yürüdüğü anlarda roman kurgu olmaktan çıkar. İnsanın kendisi ile karşılaşması demek aslında insanın kendi saf hali ile karşılaşması demektir.

11. Ev ödevin nedir? Kuramlar, terimler, kavramlar hakkında ne biliyorsun?
Her roman yazarı, yazdığı tür ile ilgili verilmiş eserleri okumalı. Romanı sanat yapan unsurlar nelerdir sorusunun peşine düşmeli. Kuram kitapları ve bazı yazarların edebiyat derslerinin yer aldığı kitaplar, romancının arayışında yol gösterecektir. Nabokov’un, Cortazar’ın, Pospelov’un, Borges’in edebiyat dersleri aynı zamanda onları başarılı kılan unsurları, çalışma alışkanlıklarını, kırgınlıklarını da açığa çıkarıyor. Seni etkileyen yerli ve yabancı roman yazarları ile yapılmış röportajları oku! Bu sana yalnız olmadığını aynı dertlerden mustarip başka yazarlar olduğunu fısıldar.


12. Anlatım tekniklerine dikkat et!
Düşünce akımları, felsefi yaklaşımlar, ideolojiler, psikoloji sahasındaki gelişmeler, savaşlar vs. anlatım şekillerini etkilemiştir. Anlatının açık, yalın, karmaşık, sembolik, ironik oluşu insanın içinden geçtiği dönemle ve iç dünyası ile ilişkili olsa da seçim yaparak yazmak ile kaçınılmaz olan ile yazmak arasında çok fark vardır. Baskı rejimlerinde dolaylı anlatım bir seçim değil, sonuç olur.
Yine misal romanda ben dilini kullanmak kurgudaki pek çok ayrıntının üzerinize yapışması demektir. Yazar kendinden mi bahsediyor başkasından mı ikilemi ile beraber ilerler okuyucu. Romandaki tüm karakterleri ben dili ile konuşturarak, hiçbiri ben değilim mesajını vermeye çalışmak da bu kaygının bir sonucudur.
13. Yerli ve yabancı yazarları nasıl okumalı?
Batılı bakış açısı ve batılı zihin dünyası ile zaten batıdan gelen bir tür olan romanı yazınca geriye Türk romanına dair ne kalır? Asıl kafa yormamız gereken soru budur. Bize dair bir romandan bahsetmek için, tekniğin ve içeriğin bizim hassasiyetimiz ve farklı bakış açımız ile yeniden kodlanması gerekir. Minyatür sanatını diğer görsel sanatlardan ayıran, sanatçıyı yeni bir teknik arayışına iten o şey nedir? Bu sorunun cevabı tüm sanat eserlerini bizim diyebileceğimiz bir alana taşır. Bazı yazarlar romanı Don Kişot ile başlatırlar, sen mesnevileri ve halk hikâyelerini de yanına ekle!
14. Anlatıcı nedir?
Gerard Genette anlatıcının dört işlevinin olduğunu söyler: yönetme işlevi (düzen ondan sorulur), tanıklık işlevi (olaylara tanıktır), ideolojik işlev (yorumlar) ve iletişim işlevi (okur ile bağ kurar), bunlar temeldir der. Diğer yandan bu özelliklere sahip bir anlatıcının anlattıklarının sanatsal bir değerinin olması gerekir. Yoksa herkes anlatır. Anlatmak bir ihtiyaçtır çünkü. “Nasıl anlatmalı” sorusuna verdiğimiz cevap ile diğerlerinden ayrılırız. İlahi anlatıcı, gözlemci anlatıcı, ben anlatıcı, çoğul anlatıcı, iç konuşmalar şeklindeki anlatım, hep bu kaygılarla ortaya çıkmıştır.

15. Karakter nasıl oluşturulur?
Romanda karakter oluşturmak bir düğümü çözmek demektir. Çünkü roman “bireyin sanatı” olarak anılır. Bir kimlik oluştururken bir insanı her yönü ile öncelemek ve eserin merkezine görülen ve görülmeyen yönleri ile birlikte derinlemesine yerleştirmek emek ister. Hem toplumsal hem bireysel sorgulamaları yapmak, durumu, sorunu, beklentiyi bir insan(lar) üzerinden göstermek roman sanatının en belirgin özelliğidir. Bugün diğer insanlardan farklı “tiplemeler” oluşturmak veya üstün “kahraman” insanı anlatmak geride kalmıştır, sıradanın içinde sıradan olmayanı işaret etmek romancının üzerine aldığı bir vazifedir, bu vazifeye sen de hazır mısın? Beşerin tekrarı olsa da insanın tekrarı yoktur demek tam da bizim mevzumuzun ta kendisidir.

16. Mekân, olay, zaman!
Kapitalizm yalnızlığa bir paradoks ekliyor. Hem farklı mekânlar sunuyor, hem de insanı yalnızlaştırdığı için her mekânı aynılaştırıyor. Yalnızlığın güzel tarafı kalmıyor böylece. Mekân aynılaşırsa ayrıntılar silikleşir. Pürüzsüz ve sınırsız bir zemin oluşur. Bu bir özgürlük hissi verir ama zamanla kaybolma hissi daha yoğun hissedilir. İnsan sınırsızlığı pürüzsüzlüğü yadırgar. Roman yazarı burada devreye girer. Çölde bir ağaç, denizde bir kayalık göstermek ile bir mekânı ayrıntılı anlatıp hissettirmek aynı değerde olmaya başlar.
Düz de anlatabiliriz. Sıradanlığa kuşku ile bakmasak evet düz de anlatabiliriz. Olaylar bir yakınlık veya bir uzaklık etkisi oluştursun, hızın beraberinde getirdiği körlüğe karşı yolun varlığını kurcalasın diye de kullanılır. Lakin buna rağmen uzaktakiler uzak oldukları için yakındakiler yakın oldukları için mesafeyi umursamayabilirler. Biz yine de deneriz. Yolcuya yolu ve menzili idrak ettirirsek onu hız körü olmaktan kurtarırız.
Bugünde bir geçmiş oluşturmak, gelecekte bir bugün oluşturmak, bugünde bir gelecek yahut geçmişte bir bugün oluşturmak romancıya da okura da zaman içinde zaman armağan eder. Bunu değerlendir!
17. Konu nedir, malzeme nasıl toplanır?
İnsanlık tarihi boyunca insanı yoran konular bellidir. Faulkner bir röportajında söylenecek yeni bir şey yoktur, Shakespeare, Balzac, Homer hep aynı şeyler hakkında yazmışlardır ve bir iki bin yıl daha yaşasalardı yayıncıların başka bir yazara ihtiyacı olmazdı, der. Karacaoğlan ise “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” diyerek insana dair o listeyi vermiştir. Gerisi yazarın sanatına karşı sorumluluğudur.
Malzeme toplarken Batıdaki gibi “flaneur” ruhlu bir hayat sürmemiz mümkün mü bilmiyorum. Bakışını, mimiklerini, elini eteğini çekerek, kalabalığın içinden kalabalığa dokunmadan geçmek ve sadece veri toplamak, hikâye kovalamak mümkün müdür. Bizim kodlarımızda ağlayanın omzuna dokunmak, selam verip selam almak, düşeni kaldırmak, haksızlığa müdahale etmek vardır. O halde malzeme toplamak nesne toplamak değil, insanlarla ilişkilerden kalanları toplamaktır diyebiliriz.

18. Klişeleri aşacak mısın?
Romanın, bir sabah uyanarak başlıyorsa klişedir. Eğer roman karakterin bir böcek olarak uyanıyorsa (Dönüşüm, Kafka) değildir. Günlükler halinde yazmak klişedir. Eğer gelecekte yazılan bir günlük değilse (Biz, Zamyatin) veya geçmişte yazılan bir günlük değilse (Gök Sancak, Cahun) değildir. Söz söyleme, kendini sanat ile ifade etme noktasında olan kişi ömrü boyunca diğer eserlere hep kuşku ile bakacaktır.
Beğenememek, kusurlu görmek, eksik bulmak sizi en iyi olanı aramaya iter. Buna rağmen tam bir bulma hali de yoktur. Bulduğunuz kadarıyla, bulunduğunuz süre içerisinde, okurla buluşmak vardır. Mütevazılık da burada başlar.
19. Sınırların olmalı mı?
İyi ve kötü arasındaki mesafeyi yitiriyoruz. İyiliğin yüceliğine, kötülüğün çukurluğuna dair ayrımı gün geçtikçe kaybediyoruz. Değersizleştirilen iyilik ile övülen kötülük aynı hizaya geliyor. İnsanı insan yapan değerler kaybolursa, kelimeler arasındaki mesafeler tüketilirse insanın dünyadaki düzeltici rolü de sorumluluğu da ortadan kaybolur. Dünya düz ve pürüzsüz olursa iyiye kötü, kötüye iyi denirse insan olmanın, bir kalp, bir vicdan taşımanın anlamı kalmaz. Kelimelere ihtiyaç kalmaz. Mana buharlaşır. İnsan bir bedenden dolayısı ile bir nesneden ibaret olur. En büyük sınır iyi ve kötü arasındaki sınırdır bu açıdan. Gerisi yazarın mizacına, değerlerine, çekincelerine göre değişir.
20. Sorumlusun! Hem sanatına hem okura karşı!
Toplumsal eleştiri yapmak ya da sadece -o meşhur ifade ileçiçek böcek edebiyatı yapmak bir tercihtir. İyi bir edebiyatçı değilseniz her iki alanı da katledersiniz! Pedofiliyi, tecavüzü, şiddeti veya haksızlığı elbette anlatmak zorundayız lakin bunu nitelikli yapamazsanız özendirici teşvik edici olursunuz. İyi ve kötü arasındaki sınırı netleştirerek kötüden bahsedebilirsiniz. Bu bir sorumlu bakıştır çünkü. Ama sorumsuzca ve ağırlığı iyilik kefesine koymadan kötüden bahsedemeyiz. Edebiyat sorumsuzca davranılacak en son alandır özü itibarı ile. Çiçek böcek edebiyatını ise küçümsememek gerekir. Sohrab Sepehri’nin öyle şiirleri vardır ki çiçek böcek edebiyatı gibi görünür ama insan olmanın derinliklerine kadar uzanır.
Eskiler kelimeler arasındaki sıraya bile dikkat ederlermiş. Güzel bir çocuk gördüklerinde “güzelmiş maşallah” yerine “maşallah güzelmiş” derlermiş. Güzelmiş’ten maşallah’a giden yolda nazara gelmesin çocuk diye. İki kelimenin yerini değiştirmek bile sonucu değiştirebilir diye. Böyle ince düşünceleri olan ecdadın torunlarıyız. Bu tür ince düşüncelerle elbette diğerlerinden farklı izler bırakırız. Sen de kendince izler bırakmaya hazır mısın?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.