Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

'Sadakat'in bir diğer adı: Behice Boran



Toplam oy: 1151

Emel Koç’un “Behice – ‘Bir devrimci... Bir kadın... Bir anne...”’ kitabını okurken, olmaz ya, bir insanı bir tek sözcükle tanımlamak nasıl olur, olabilir mi, böyle bir tanımlama yapılması durumunda yanlış payı ne olur gibi şeyler düşündüm. Emel Koç da sanırım aynı düşüncelerle Behice başlığının altına, üç sıfat eklemiş. Tümü doğru. Ben, kitabı bitirdikten sonra ‘Sadakat’ kavramını düşünmeye başladığımı fark ettim; herkes bir yapıtı kendine göre okur ya, bu kitapta da öyle oldu, ben “Sadakat”i  okuduğum sonucuna vardım. Bu, kuşkusuz Emel Koç’un saptamalarının doğruluğunu tartıştırmaz; sadece bir okurun değerlendirmesidir. 

 

Behice Boran’ın sadakate büyük önem verdiği saptamasını  ve kendisinin de sonuna kadar ‘sadık’ bir insan olarak kalmaya gösterdiği özeni nereden çıkardığım sorulursa, baştan başlamak gerekecek. Behice Boran, Emel Koç’un olağanüstü bir tevazuyla gizlemeye çalıştığı büyük emeğiyle hazırladığı kitabın ilk bölümünde, yaşama başlarken –bilinçli yaşama demek istiyorum, erginliğe- yaşamına anlam verecek bir sadakati arıyor; doğrulara, hem de vicdanımı, insanlığımı, varlığımı anlamlandıracak doğrulara nasıl ulaşabilirim? 

 

Boran’ın, bu sorusuna hangi yanıtı bulduğuna gelmeden önce, soruya bir kez daha eğilmekte yarar olabilir: Çevremizde kaç kişi bu soruyu sormuştur size, bize göre? Fazla büyük bir rakama ulaşılabileceğini ben düşünemiyorum. Özel biriyse Behice Boran, ki bana göre kesinlikle öyle, en belirgin yanlarından biri olan ‘sadakat’inin bunda katkısı çok olmalı. Ve çevresinde de sadakat aramasının. Kendisine, birey olarak Behice Boran’a değil, ilkesel olarak. Bu ‘sadakat’i görmeyince de devam ediyor Boran yoluna, yoldaşlık budur. Yoldaşlık, aynı yolda yürümeyi gerektirir, yola ‘sadakat’ yoksa eğer, yoldaşlık da yoktur. Kesin.

 

Şimdi, Behice Boran’ın sadakat arayışına gelebiliriz. Aradığını, ‘rastlantı’ diyelim, Amerika Birleşik Devletleri’nde buluyor, araştırmaları sırasında: Marksizm. Aklıyla vicdanını birlikte kavrayan bu teorik düzleme, yaşamının sonuna kadar sadık kalacaktır. Sosyoloji üzerine çalışırken, incelediği araştırmaların yetersizliği canını sıkacak ve daha kavrayıcı, daha kapsayıcı olana yönelecektir, Marksist çalışmalardaki soruların kendi sorularına benzerliği ve yanıt arayışlarının da aklıyla vicdanının gösterdiğine yakınlığı, Marksizm’e ilgisini artıracak, yıllar sonra, çeşitli yayın etkinliklerinde ve giderek siyasal yaşamda kendisi gibi olanlarla bir araya gelişine yol açacaktır.

 

Emel Koç, Boran’ın yaşam evrelerini büyük bir titizlikle anlatırken, bu büyük insanın, çevresindekiler tarafından ‘uzlaşmazlık’la eleştirildiğini aktarıyor, Boran’ı anlama çabasının bir parçası olarak da, söz konusu tartışmayı anlamak için geçmişe yöneliyor. Böylelikle, uzlaşılamayan sorunun aslında hiç de Boran’la ilgili olmadığını, ‘sadakat’tan kaynaklandığını  okura sunuyor. 

 

Öğretim üyeliğinden çok uzun ve çalkantılı bir süreçle (ikiyüzlülere acıyarak) çıkarılmak, dersleri üniversitedeki diğer hocaların derslerinden çok daha kalabalık ve tartışmalı geçen bir hoca için ne anlama gelir, neden yurtdışından gelen akademik tekliflerle ilgilenmez de ülkesinde kalıp mücadelesine devam eder, nasıl bir akıl ve gönül gelişkinliği böylesi bir yüceliğe olanak verir, öğrenmek isteyen varsa –böyle olduğunu umut ederek yazıyoruz- Emel Koç’un “Behice”sini alıp okusun. “Behice”yi okumak için gerekli olan zaman, gelecekte bu yaşam öyküsünden sağlanacak yararların yanında nasıl ‘hiç’leşiyor, kendisi karar versin. Kısa metinler moda bu sıralar, bilmiyor değilim; ama kısa metinlerin-eğer böyle özlü metinleri okuyanlar, özlü ya da bir parça anlam içeren kısa ifadeleri kendileri de kullanmayı amaçlıyorlarsa-ancak uzun metinlerin birikimlerinden süzülebileceğini vurgulamak da gerekir. 

 

Emel Koç, “Behice”sini, büyük bir isabetle, Mercedes Sosa’nın sözleriyle bitirmiş, yineleyelim:

 

“Herkes son nefesine kadar onurlu ve mücadeleci yaşayamaz. Bazı insanlar toplumsal inançları ve özgürlük için mücadele ederler. Bu iyi bir şeydir. Bazı insanlar bu kavgalarını beş on yıl sürdürebilirler, bu daha da iyi bir şeydir. Bazı insanlarsa son nefeslerine kadar onurlu yaşar ve mücadele ederler. İşte bu en iyisidir.”

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.