Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sakin, sessiz ve huzurlu...


Şahane
Toplam oy: 498
Angel Esteban // Tülin Bozkurt Hazar
Alakarga
Yazar ve Cenneti kitabını okuduktan sonra, kütüphaneye gitme ihtiyacı duyabilirsiniz; okumak için değil sadece, kitaplarla dolu o mekanın ruhunu hissetmek için.

Yazar ve Cenneti kitabında bahsedilen 30 kütüphaneci yazarın hikayesi, bir cennet tasviri gibi gerçekten. Zaman zaman bir hapishane duygusu verse de, yazarların çoğu için bir özgürlük sığınağına dönüşüyor kütüphaneler. Asıl ve can alıcı soru ise şu: “Kitaplar olmasaydı ne yapardık?” Örneğin kitapta hikayesi anlatılan Borges, Milli Kütüphane Direktörü olarak o muhteşem kütüphanede yıllarını geçirmeseydi ne yapacaktı, dünya edebiyatını derinden etkileyecek o kitapları yazabilecek miydi?


30 kütüphaneci yazarın hikayesini okurken, kendi kütüphane deneyimlerimi hatırladım. Memur çocuğu olmanın etkisiyle kitabı bol bir evde dünyaya gelmem belki bir şanstı. Kütüphaneyle gerçek anlamda karşılaşmam da, üniversite öğrencisiyken Beyazıt’taki Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde arkadaşlarla oturup okunacak ne kadar çok kitap var diye dertleşirken olmuştu; birisi, Marx’ın Kapital’i yıllarca kütüphanelerde yaşayarak yazdığını, hatta Engels’le bile kütüphanede tanıştığını söylemişti. Sonra Gerçeküstücülerden bir sohbet başladı; Lautréamont’nun Maldoror’un Şarkıları’nı tesadüfen kütüphanede bulmuşlardı. Düşünsenize, dünya klasikleri içinde yer alacak bir eseri tesadüfen buluyorsunuz, okumaya başladıkça yerinizde zıplayıp kütüphane gibi sessizliğin kural olduğu bir yerde sevinç çığlığı atmamak için kıvranıyorsunuz! Sonra hep birlikte bir heves, derslerden sonra, çantaya su şişesi ve sandviç koyup her gün kapanana kadar Merkez Kütüphane’de yaşayacağımıza dair birbirimize söz vermiştik.

Sonrasında elbette hayatıma başka kütüphaneler de girdi. Kütüphane, bir tür yaşama biçimi dayatıyordu insana; sessiz sakin, ahenkli bir okuma ve yazma, yaşama… Wim Wenders’ın Berlin Üzerindeki Gökyüzü filminde vardı; insanlara görünmeyen, uzun saçlı bir erkek melek Berlin’de bir kütüphanede dolaşıyordu ve insanların zihninden geçenleri dinliyordu. Wenders, neden kütüphaneyi tercih etmişti, meleklerin tek huzur buldukları yer olduğu için mi?

Her kelime bir olay

 

Yazar ve Cenneti’ne önsöz yazan Mario Vargas Llosa, beş yaşındayken okumaya başladığını yazmış, “Sadece okuma değildi," diye yazıyor, “Olağanüstü tecrübeler, uzayda yolculuklar, zamanda seyahatler…” Babası, Llosa’yı, edebiyata bulaşıp bohem bir hayat sürmemesi için askeri okula yollamış. Ama kitap tutkusu öyle bir şey ki, Llosa askeri okulda dünya klasiklerini yalayıp yutmuş.


Roland Barthes, “okuma sevgisi”nin illaki “yazma sevgisi”ne dönüşeceğinden bahseder Yazma Arzusu kitabında, hatta okumayı sevip de yazmayana şaşırır. İnsan okuduğu güzel şeylere öykünür, o güzelliğe bir yerinden dahil olmak ister ama bazıları için okumanın kendisi yeterince doyurucudur zaten, başka alanlara ya da gündelik hayatın içine akıtır yaratıcı enerjisini. Llosa’da Barthes’ın dediği gibi olur ve yazmaya başlar... Llosa, daha sonra kendisini etkileyen yazarlardan da bahsediyor ve ilk andığı isimler Camus ve Sartre… Yazmanın bir yaşama biçimi olduğunu, öncelikle varoluşçulardan öğrendiğini anlıyoruz: “Onlar için her kelime bir olay demekti ve bir kimsenin edebiyat aracılığıyla tarihi etkileyebileceğinden eminlerdi.”


Llosa, yeni nesil yazarlar için kaygılı ve üzgün olduğuna değiniyor: “Kütüphanelerin bana verdiği büyük zevki düşündüğümde ve bu milyarlarca kitap tarafından kışkırtılmış, yüzyıllar boyu edebi fantezi dolu kitapların hapsinde çalıştığımda; yeni nesil yazarların raflar yerine ekranlarla çevrili ve malzemelerinin kâğıt yerine bilgisayarların likit kristalleri olması nedeniyle; benimkinin buna benzer bir deneyimi tadan son nesil olma ihtimalini üzüntüyle düşünürüm.” Llosa, üzüntüsünde haklı mı? Elektronik kitapların yaygınlaştığı ve kişiye özel dev kütüphanelerin mümkün olduğu bir çağda, yeni nesi yazarların durumunu üzülerek mi düşünmek gerekiyor? Öyleyse kütüphaneler, içlerindeki kitaplardan çok öncelikle bir mekan olarak önemlidir diyebilir miyiz? Kütüphanelerden uzak bir yazar ya da okur, gerçekte neyden mahrum kalmaktadır? Aslında bu soruların yanıtlarını, dolaylı olarak Estaban’ın kitabında bulmak mümkün.


“İnsan yazdığıyla değil, okuduğuyla vardır”

 

Estaban, kitaba Reinaldo Arenas’la başlıyor aslında. Küba… 1950’ler… Kütüphanede hikaye anlatıcısı yarışması yapılıyormuş ve Arenas, ezberleyip okuyabileceği bir hikaye bulamayınca, kendisi bir hikaye yazıp okur ve yarışmayı kazanır. Aynı şekilde, Rubén Darío da, daha sonra kendi adıyla anılacak kütüphanede “Kitap” başlıklı uzun bir şiir okuyup kütüphaneciliğe adım atacaktır daha 15 yaşındayken. Kütüphaneler, o yıllarda sadece kitapların bulunduğu bir yer değildir; bir toplanma, bilimin, sanatın, kültürün oluştuğu ve yayıldığı yerlerdir. Arenas, hikayesi beğenilince kütüphanede çalışmaya başlar, bir yazar adayıdır ve kütüphane onun için bir okul olarak düşünülmüştür. Kütüphaneler, akademiyle olduğu kadar, özellikle 19. yüzyıldan öncesinde dinle de ilişkilidir.


Kitapta “Ahlaksız Kütüphaneci” başlığıyla anlatılan ve aşırılıkları, çatışmaları, tartışmalarıyla ünlü Georges Bataille için şöyle deniyor örneğin: “Başkente pek yakın olmayan Orleans Kütüphanesi dönemi, huzurlu bir on yıl olmuştur onun için…” Kütüphane ve huzur, birbirine öylesine yakışan sözcükler ki… Ama bu huzur, biraz fazla olunca, ünlü kütüphaneci ve yazar Robert Burton gibi kolayca melankoliye dönüşebilir. Burton, melankolisinden kurtulmak için, bütün dünyayı gezen bir şahin olduğunu hayal ettiği gibi, sürekli melankoli üzerine kitaplar okuyup melankoli hakkında dev bir yapıt kaleme alır. Nedir peki melankolisinin kütüphaneyle ilişkisi? Düşünsenize, birbirinden ilginç hayatlardan, hayallerden bahseden binlerce kitabın ortasında, tekdüze bir hayat sürüyorsunuz: “Burton’ın kütüphanedeki olağan iş programının uzun molaları esnasında başvurabildiği kitaplar arasında, kütüphanenin kitaplar dışında hiçbir şey bulunmayan geniş ve rengârenk odalarında yüzerken mutlu olduğu kesindi. Ancak o kırsal mutluluk bir süre sonra rutine dönüştü ve bunalım dayanılmaz bir hal almaya başladı. Bu yüzden, kendi varlığının anlamsızlığı tarafından kuşatılmış, bedenine bir münzevi gibi teslim olmuş ruhu; kitapların, okumanın korumasında Melankolinin Anatomisi’ni yazdı.”


Ama kütüphaneci yazar denince ilk akla gelen Borges’tir elbette. Bir başka önemli kütüphaneci yazar George Perec’in, “Babil’in anahtarını verecek olan kitabı arayan Borgesci kütüphaneciler” demesi gibi, bir “Borgesci kütüphaneciler” gerçeği vardır. “İnsan yazdığıyla değil, okuduğuyla vardır,” diyen Borges için kütüphane, evrenin kendisidir adeta. Evini çalıştığı kütüphaneye taşımayı düşünür, kütüphanedeki işinden ayrıldıktan sonra da bir süre her gün aynı saatte kütüphanenin kapısına gidip geri döndüğü olur. Estaban, "kitaplar arasında yüzerken bu hayatlara, kâğıtlarda ve kelimelerde ölümsüzleştirilmiş bu hayallere dokunarak ve onları koklayarak kendini kaybederken her gün mutlu olduğunu anlatmaya gerek yok,” diye yazmış Borges için.


Ángel Estaban’ın Yazar ve Cenneti kitabını okuduktan sonra, kütüphaneye gitme ihtiyacı duyabilirsiniz; okumak için değil sadece, kitaplarla dolu o mekanın ruhunu hissetmek için. Sanki, içinde bulunan binlerce kitap ve hayat, o mekanlara bir ruh verir; sakin, sessiz ve huzurlu, hiçbir şeye geç kalmadığınızı kulağınıza fısıldayan bir ruh, Wim Wenders’ın filmindeki o sakin ve her şeyi biliyormuş gibi insanların arasında dolaşan melekler gibi…

 

 


 

 

Görsel: Onur Aşkın

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.