Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Seçkin ve ayrımcı bir toplum yaratmak


İyi
Toplam oy: 496
John Le Carre // Çev. Levent Göktem
Kırmızı Kedi
Kitabın kapağını kapattığımızda, seçkin bir toplum kurmak ile ayrımcı bir toplum yaratmanın arasındaki ince çizginin üzerinde buluyoruz kendimizi.

John Le Carré –Türkçeye ilk kez çevrilen– Cinayetin Parıltısı romanını şu sözlerle tanımlıyor: "Acımasız ve aynı zamanda gülünç bir sosyal yaklaşımın gölgesinde kalmış, kusurlu bir polisiye roman." Bu açıklama, ilk basım yılı 1962 olan romanın arka sayfalarına 1989’da eklenen sonsözden. Bir romanın bitiminde bir “sonsöz”e rastlamak şaşırtıcı. Ama daha da şaşırtıcı olan, bir romanın bitiminde ikinci bir sonsöze rastlamak! İkincisi de, yazarın İngiltere toplumuna dair 2010 yılında karaladıklarını içeriyor. Bu sonsözler, yazara bu roman için ilham veren iç çelişkilerinin yıllar boyunca sürdüğünü gösteriyor. Konu İngilitere’deki özel okul sistemi; ve kimi anne babaların da, çocuklarını “seçkin” yatılı özel liselere göndererek elitizm yaratan bu sistemi desteklemeleri. Sistem hiç yabancı gelmiyor! Konu, içinden çıkılması zor, çok katmanlı sosyal ve politik derinliklere sahip ama roman, Le Carré’nin de belirttiği gibi “kusurlu” ve “acımazsız” bir polisiye roman hiç değil. Ayrıca “gülünç” bir sosyal yaklaşım da içermiyor. Bahsedilen konuya dair bir özeleştiri ortaya koyan ve İngiltere’nin sosyal tarihine göz kırpan heyecanlı bir “whodunit” polisiyesi buluyoruz karşımızda.

 

Anglikan Kilisesine karşı, Protestanlara hitap eden bir dergi olan Christian Voice’un editörü Ailsa Brimley, derginin –bizdeki “Güzin Abla”ya denk gelen– “Miss Fellowship” köşesine gönderilen mektuplardan birini okuduktan sonra paniğe kapılır ve mektubu, savaş zamanında çalıştığı istihbarat bürosundan tanıdığı Georges Smiley’e götürmeye karar verir. Mektup, North Fields’da bulunan Carne Yatılı Okulu öğretmenlerinden Stanley Rode’un eşi Stella Glaston Rode’dan gelmektedir. Glaston ailesi okur kitlelerinin çekirdeğini oluşturan 500 abone aileden biridir.


Stella’ya dair ilk izlenim, hem “Miss Fellowship’e, “gerçek bir kişi olup olmadığınız bilemiyorum,” diyecek kadar temkinli ve mantıklı hem de, “kocamın beni öldürmeye çalıştığını biliyorum (...) Hemen gelebilir miyim? Kime gideceğimi, kime danışacağımı bilemedim,” yazacak kadar da tezcanlı ve mantıksız biri olması. Stella ile ilgili ilk anda oluşan bu ikircikli bakış açısı kitap boyunca sürer. Dürüstlük ile yalancılık; hayırseverlik ile gaddarlık; sevecenlik ile acımasızlık; mütevazılık ile özentilik; itaatkarlık ile despotluk arasında sürekli sallanan sarkaç hiç durmaz. Onu kendi algımızla takip etmek için de zaman yoktur, çünkü birkaç sayfa sonra, ölüm haberini alırız.

Bir satir niteliğinde


Cinayetin Parıltısı her ne kadar bir “whodunit” romanıysa da, yani biz roman boyunca Stella Rode’un kim tarafından öldürüldüğünü bulmak için Dedektif Rigby ve George Smiley ile soruşturmayı yürütksek de, aslında arka planda çok farklı bir sorgulama akar ve buram buram sosyal sınıf analizi kokar. Stella Gaston Rode’un büyükbabası, Lancashire şehrinin en namlı çömlek ustası olmuş ve iç kesimlerdeki her köyün şapelini, kilisesini inşa ederek hatırı sayılır bir servet edinmiştir. Stella, Carne sakinleri tarafından oldukça varlıklı bir ailenin kızı olarak kabul edilir. Fakat diğer taraftan, Carne Yatılı Okulu öğretmenlerinden Charles Hecht’in eşi Shane Hect, onu alt tabakaya mensup biri olarak görmektedir: “Pazar günleri krep elbise giyen bir kadındı. Affedersiniz ama alt tabaka hep böyle mi yapar?” Carne kasabası Stella’yı bir türlü sadece iki kategoriden oluşan kısıtlı sosyal sınıf skalalarına oturtamaz: “Gazetede babasının durmunun gayet iyi olduğunu okumuştum. (...) Çamaşırhaneye gittiğini, dilencilerle arkadaş olduğunu düşünemezdiniz tabii.”

 

Sosyal sınıflararası çatışma dışında Protestanlar ve Katolikler arasındaki gerilim de romanda birçok kez Stella Rode’un kişiliği üzerinden yapılır. Cinayetin Parıltısı bu anlamda, bir kadının varoluşu ve eylemleri üzerinden yapılan nice tartışmadan biri haline gelir. Aynı zamanda, zenginliğin birikmeye başladığı ilk ülke olan İngiltere’nin tutuculuğuna karşı da –bir satir niteliğinde– güzel bir metin örneğidir.


“Plansız işlenmiş gibi görünecek bir cinayet”

 

Stella, romanın başından sonuna bir muammadır; dengesiz biri miydi, yoksa gerçekten kocasından korkan yardıma muhtaç biri mi? Kişiliğine dair de birbirine taban tabana zıt açıklamalar gelir yakınlarından ve onunla münasebette bulunmuş Carne halkından. Dedektif Rigby’nin hakkında topladığı bilgiye göre Mrs. Rode, Anglikan Klisesine karşı biriydi. Oysa eşi bunun tam tersini söylüyordu. Stella’nın hem çok iyi, herkesle iyi anlaşan ve yardımsever biri olduğu anlatılıyor hem de bela bir kadın olduğuna vurgu yapılıp zalim, histerik ve her şeyden dram yarattığından dem vuruluyordu. Karakterine dair tartışma, sığınmacılar için yürütülen yardım kampanyası gündeme geldiğinde daha da detaylanarak tekrar başlıyordu.


“Carne tuhaf yerdir. Kasabalılarla üniversitedekiler çok farklıdır. İki taraf da birbirini ne tanır ne sever.” Oysa Stella asalet yarışına girmez, asil Carne okulunun asil hocalarından biri olarak eşinin sosyal statüsüne uygun davranışlarda bulunmaz. Stella Rode kasabalılarla bir araya gelir. Hatta ilk şüpheli Deli Janie ile çok yakındır. Janie, Pylle yolundaki terk edilmiş Norman Şapelinde yaşayan yalnız ve mistik inanışlara sahip bir kadındır. Eşi Stanley Rode’a göre Stella, okulu ve onu karşısına almak pahasına farkı olmak ister, bunu da mütevazı görünerek yapar. Stella’nın uyumsuzluğu o kadar vurgulanır ki, “tüm zekasını, en gizemli sorunun cevabını, yani cinayetin işlenmesinin sebebini bulmaya adayan” Smiley’nin kadının ölüm sebebinin bu olabileceğini düşünmeye başlar.


Romanda Carne Yatılı Okulu Yurt Bölümü müdürü Terrence Fielding karakteri etrafında da İngiltere’de bu ve buna benzer köklü yatılı okullara dair güçlü bir eleştiri ortaya konur. Van Gogh’un Arles’deki odasını resmeden tablodaki sarı sandalyesinin aynısından yaptıran, evini Hollanda karoları, Rönensans heykelleriyle dekore etmiş elit entelektüellerin bir prototipidir aslında Fielding. 18. yüzyıl geleneklerini devam ettiren, Anglikan Kilisesine bağlılığıyla bir kimlik oluşturan okulun yetiştirmeyi hedeflediği centilmendir. Okulun öğrencileri rugby oynar ve bu onları diğerlerinden ayrıcalıklı kılar. Stella’nın eşi Stanley ise okula sonradan gelen bir ögretmendir ve diğerleri gibi bu okulun kültürü içinde yetişmemiştir. Aralarında geçen konuşmalarda “Adamın centilmenlikle yakından uzaktan ilişkisi yok”; “Buraya gelmeden önce tek bir rugby maçına gitmişliği bile yokmuş”; Onun geldiği devlet okulu gibi yerlerde rugby oynamayı bilmezler. Varsa yoksa futbol”; “Başlarda hiç göze batmamaya çalışıyor, hep bizi dinliyor ve izliyordu. Maçlarda, konuşurken, hal ve tavirlarda bizi gözlemliyordu” gibi replikler onun için söylenir.

 

“Plansız işlenmiş gibi görünecek bir cinayet planlamıştı katil,” diye yazar Le Carré. Ünlü karakteri Smiley de, “bir insanın neyi niçin yaptığını tam manasıyla anlayabileceğimize inanmıyorum,” diyen bir soruşturmacıdır. Okur içi zordur. Anlatı Fielding’in yardımcısı ve okulun öğrencisi Perkins’in öldürülmesiyle bir an için başka bir soruşturmaya savrulacak gibi olsa da Stella’da odaklı kalır. Stella Rode’un bir türlü netleştirilemeyen kişiliği ve ait olduğu sosyal sınıf, cinayet nedeninin de muğlaklaşmasına yol açar. Kitabın kapağını kapattığımızda, seçkin bir toplum kurmak ile ayrımcı bir toplum yaratmanın arasındaki ince çizginin üzerinde buluruz kendimizi: “Afrika gibi akşamdan sabaha bir toplum yaratamazsın ama bunu kimse anlamıyor. Bir centilmen yaratmak asırlar alan bir süreçtir,” cümlesi katilin kim olduğunu ögrendikten sonra bile havada asılı kalır. Yine de son sözü, “sonsöz”lerde yazar söyler: “Kendi çocuklarımı özel okula yolladım mı? Tabii ki evet” ama “bir gün özel okul sistemi tamamen ortadan kalkarsa, yani devlet okulları sistemiyle kayıtsız şartsız bütünleşirse, o zaman çocuklarım, cüzdanım, ülkem ve hatta fakirler ve çocuklarını İngiliz toplumunun elitleri arasına sokacağım diye çabalayan, bunun içın iflas etmeyi göze alan kişiler için sevinçten şapkamı havalara fırlatırım.”

 

 

 


 

 

Görsel: Serkan Yolcu

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.