Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Selahattin Yusuf: ''Bitmez Tükenmez Ruhsal Bir Kilerdir Çocukluk''



Toplam oy: 102
Selahattin Yusuf, büyük bir bölümünü dergimizde de yayımladığımız Eve Dönemezsin’i daha önceki kitaplarında karşılaşmadığımız bir teknik kullanarak yazdı. Bir tür fragman roman diyebileceğimiz Eve Dönemezsin, Yusuf’un çocukluğundan yola çıkarak bizi Karadeniz yaylalarındaki bir masal köyüne götürüyor. Kendi çocukluğuyla okurunun çocukluğunu tanıştırmak istiyor aslında. Ve kitabı anlatırken, yine kitapta kullandığı üslupla cevaplıyor sorularımı: “Hep vahşi dağlar ve sonsuz vadiler içindeydik. Gök billur, net ve tavizsizdi. Yeryüzüyle gökyüzü arasında zamandan başka pek bir şey yok gibiydi ve bu beni, bilincine varamasam da içten içe ürkütüyor olmalıydı.”

Eve Dönemezsin’i yazmaya nasıl karar verdin? Bir süredir aklında dolaşan bir proje miydi, yoksa hayatındaki bir olay mı bu kitabın yazılmasına vesile oldu?

 

Çoğumuz için hep dönülecek bir yurttur ya çocukluk. Ruhumuzun yurdudur. Asıl hikaye oradadır. Benim de çocukluğum bir hikayeler ambarıydı. Popüler kültürün diliyle söylersek, bir Kızılderili çocuğuyum ben. Yoksulduk. “Beyaz adam”ı, yani ateşli silahlara sahip düşmanı “Gelecek” olan bir Kızılderili çocuğuydum. Dolayısıyla, “Gelecekle” karşılaşmam kaçınılmaz olarak bir çarpışmaya dönüştü. Yenildim. Hayatım ikiye ayrıldı. Hem de travmatik biçimde ve hafızamda derin bir yarık bırakarak ayrıldı. Yaşamaya devam ettim; ama iki hayatın birbiriyle pek ilgisi kalmadı. Biri vahşi doğada, balta girmemiş ormanlarda ve sislerin içinde geçen ilk cennetim. Geri kalanı ise yetişkinlik hayatım. Biri kulağını kirişine dayasan evrenin en derin şarkısını dinleyebileceğin çocukluk kırları. Diğeri ise içi tıka basa antidepresanlı gülümseme dolu, huzur egzersizi, ilaçlı okunmuş su ve melankoli kürü dolu beylik şehir hayatı. Dolayısıyla aç kaldığımda ikide bir kapısına dayandığım bitmez tükenmez bir ruhsal kiler olup çıktı çocukluk benim için. Ve bir gün o kilerin zenginliğini herkese, hepimize yetsin diye talan edip dağıtmaya karar verdim. Roman dünyasında şimdiye kadar edindiğim en güzel gayrimenkulüm de böylece ortaya çıkmış oldu.

Romanın başkahramanı olan 13 yaşındaki çocuk annesini kaybediyor. Kafileyle birlikte ormanlardan yaylaya doğru yol almaktadırlar. Annesinin fotoğrafını gizli gizli koynundan çıkarıp bakıyor ve şu cümleleri okuyoruz ağzından:
“Ara ara fotoğrafını koynumdan çıkarıyorum. Naylonunu açıp bakıyorum. Gülümsemesi yarıda kesilmiş. Vakti yetişmemiş de gülümsemesinin yarısı dünyada kalmış. Donmuş. Yalan dünya. Yeniden koynuma yerleştiriyorum gülümsemesini...”
Sonra da şu şiirsel cümleler:
“Diyorum kendime, eve dönemezsin. Katlan buna -ellerinin arasındadır şimdi ev. Olsun esirgemez anne bakışı, son bir teselliyi. Görmeyi bırakmış gözleri sürdürür bakmayı hala. Müzik sustuktan sonra sessizlik onu biraz daha sürdürür...”
Anne ölüyor ve kahramanımızın hayatının ışığı sönüyor sanki. Annesinin fotoğrafına baka baka yönünü bulmaya çalışıyor artık. Müzik sustuktan sonraki kısa sessizlik nasıl müziğe dahilse, çocuk için annesinin gülümseyen fotoğrafı da öyle sanki. Peki, anne öldüğünde çocuk evsiz mi kalır gerçekten? Yani ev anne mi demektir ille de?
Hem de nasıl! Başka bir söyleşide de söylemiştim. Annelerin mutlak dalgınlığıdır; ölürlerse evi de -dalgınlıkla- mezara götürürler. Biz annesizlere öksüz deriz. Yıllar önce merak edip bu kelimenin etimolojisine bakmıştım. İlk okuduğumda sersemlediğimi hatırlıyorum. “-ök” bağ demekmiş. İp veya bağ. “Anne” kelimesinin Eski Türkçedeki karşılığı “ök” ve manası da “bağ” yani. Anne bizim dünya ile aramızdaki bağmış. O bağ, yani “ök” ölünce biz “öksüz” yani “bağsız” kalıyoruz. Hayatla aramızdaki bağ kopuyor. Burada iki şairi hatırlayalım. Biri Sadık Battal. Onun bir anne şiirindeki dizeler şöyledir: “Koptu bağ, ahenk ebediyen bozuldu...” Diğeri de Sezai Karakoç. Bizi, bizzat kendisi de öksüzmüş gibi sarsan şiirini bilirsin: “Anne ölünce çocuk / Bahçenin en yalnız köşesinde / Elinde bir siyah çubuk / Ağzında küçük bir leke / Çocuk öldü mü güneş / Simsiyah görünür gözüne / Elinde bir ip nereye / Bilemez bağlayacağını anne...”

İki şair de anneyi anlatırken belki de farkında olmadan “ip” imgesini kullanmışlar. Yani “-ök” imgesini kullanmışlar. Belki farkında olmadan; ama farkında olmamaları yukarıdaki eğretilememin haklılığını daha da koyulaştırmıyor mu?
Eve Dönemezsin’deki çocuğun yazar olma serüveniyle seninki benzeşiyor mu?
Evet. Şimdi o yaylayla aramızda bin yüz küsur kilometre ve tam otuz dört yıl duruyor. Ama mucize eseri bu mesafeleri kapatsak ve 1986 yazının o eşsiz yaylasına gidebilsek, o dağlarda rüzgarın önünde oradan oraya yuvarlanan gazete tomarlarını yine görürdük. Onları yayla evlerinden topluyordum. Kese kağıtlarını. Bağış kabul ediyordum ve yaşlı kadınların bazen cimrilikleri tutacak olsa, onların kese kağıtlarına da naylon poşet karşılığında el koyuyordum. Kese kağıtlarını açıp sözüm ona gazete yapıyor ve okuyordum. Her şeyi okuyordum. Ölüm ilanlarını ve bulmaca sorularını bile. Okuyup bitirdiğim “gazeteler” zamanla dağlarda rüzgarın önünde sürüklenip dolaşan beyaz topaklara dönüşüyordu. Hayvanları ürkütüyorlardı bu ayaksız beyaz şeytanlar, doğru. Romandaki gibi yani. Hatta bu yüzden azarlandığım filan da oluyordu. Garip, leziz, hülya ve keder dolu günlerdi. Bir gün yazar olmayı umuyor muydum? Açıkçası bunu hatırlamıyorum. Ancak o dağlarda, çobanlık çantamdaki küçük defterime, bir yerlerden ele geçirdiğim tükenmez kalemimle notlar aldığımı hatırlıyorum. Okuyor, okuyor, ne bulursam yalayıp yutuyordum. Bu muhtemelen uçsuz bucaksız, geçmek bilmeyen sarp ve yalçın zamanı biraz ehlileştirme çabamdı benim. Hep vahşi dağlar ve sonsuz vadiler içindeydik. Gök billur, net ve tavizsizdi. Yeryüzüyle gökyüzü arasında zamandan başka pek bir şey yok gibiydi ve bu beni, bilincine varamasam da içten içe ürkütüyor olmalıydı.
“Bedenimizi yatırıp uzattıkları teşrih masasının etrafında sadece vücut hekimleri değil; ruh hekimleri de var artık”



Çocukluk hatıralarını anlatıyorsun ama karakterler roman kahramanları olarak çok güçlü ve üzerinde çalışılmış. Roman da fragmanlarla başlayıp roman bütünlüğüne doğru ilerliyor sanki. Neden böyle bir tekniği tercih ettin?
Bu benim elimdeki malzeme üzerine uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra bulduğum bir çözüm. Zihnim fotoğraflarla ve görüntülerle hatırlıyor. O görüntüleri olduğu gibi, derin bir hipnoz uykusundaymış ve kelimeler kendiliğinden gelip dudaklarıma tırmanıyorlarmış gibi yazmak istedim. Olduğu gibi. Burada ölümsüz ustamız Faulkner’a elbette gizliden bir selam gönderiyorum. Yani yer yer bilinç akışı tekniğine yaklaşan yerler var doğal olarak. Ama o da benim daha önce bulduğum teknik çözümün bir parçası olarak var romanda. Sonuç olarak fragmanter (parçalı) bir metin bu, evet. Fragmanter tekniğin, çağdaş ruh halimizi sergileyebilecek, ifşa edebilecek en iyi yöntem olduğunu düşünüyorum. Çünkü hayatlarımız da fragmanlardan oluşuyor aslında. Eskilerin deyişiyle teşrih masası, parçalı bilgiler vermekle yetiniyor bize ruhumuz hakkında artık. Zaman, epeydir bütüncül bir süreklilik imgesi değil. Tersine üst üste yığılmış süreksizliklerden oluşuyor. Çok fazla şey, gereğinden fazla birbiri yerine geçiyor. Biriciklik duygumuz fazla yorgun ve talepleri tehlikeli biçimde azaldı artık. Dolayısıyla klasik ağırkanlı anlatının elinin uzanamayacağı kuytu köşelerde yaşıyor her şey şimdi. Alev oralarda döneniyor, nabız oralarda yuvalanıyor. Malzemeyi bütün ayrıntılarıyla birlikte, parçalı biçimde ortaya koymak gerekiyor. Bedenimizi yatırıp uzattıkları teşrih masasının etrafında sadece vücut hekimleri değil; ruh hekimleri de var artık. Yüzünü seçemediğimiz arzuhalciler, maneviyat savcıları, sosyal ağrı kesici dağıtıcıları, trend dolmuşçuları, doğru nefes hocaları, kas şişiricileri, politika esnafı. İşin en zor yanı, birleşmeyecek parçaları birleştirmek. Metni, metnin iç hukukunu ihlal ederek başka bir metne dönüştürmek. Ve her şeye rağmen metnin ek yerlerini sezdirmeden yürütmek işi. Dikiş iplikleri dışarıdan görünmemeli.
İğne bütün hikayeyi içeriden tutacak ipliği gizlice dolandırmalı. Kimsenin -okurun- ruhu bile duymadan. O görünmez iplik, hikayeyi içten tutan bağları yerli yerine yerleştirerek yürümeli yolunda. Bunu başardığımı düşünüyorum. Hiç değilse kendim için.
Daha önceki romanlarından farklı olarak olay örgüsü değil de, bir tür masal kurgusu okuyor gibiyiz Eve Dönemezsin’de. Ama masal bir yerde hep gerçeklerin soğuk yüzüyle yıkılıyor gibi. Ne dersin?
Aşılamayacak bir duvarın dibindeki çiçek daha güzeldir. Hayatın bir ucunu kesip çocukluğa doğru akıtıyorum kanını. Genişletiyorum onu. Yepyeni bir nefes alsın diye. Açıkçası öncelikle kendim için. Henüz ölmüş annemiz bizi gece rüyamızda öptü diyelim. Sabah uyandığımızda öptüğü yer açılmış ve kanamaya devam ediyor olsun istiyorum. Çocuğuz. Sevinç, dehşet ve acı birbirine karışır o zaman. Bu insanın en güzel meyvesini vermesi için gerekli iklimsel şartların oluşması gibi bir şey değil mi? Bu şartları toparlayıp karakterlerimin hizmetine vermek istedim. Düşün, damarda duran kanı ne kadar anlatırsak anlatalım, işe yaramaz. Anlatmaya değer şey, yerinden edilmiş olandır. Yani kanı derinin üstüne çıkarmak gerekir. Kan ancak o zaman bir tazeliktir. Yaradır çünkü artık. Ancak o zaman imgedir ve ancak o zaman bir haber verebilir bize kendimiz hakkında. Tıpkı o çiçeğin, o duvar hakkında bir ipucu da olması gibi.
“Meczupların da, çocukların da zihinleri ikili ilişkilerdeki iktidar unsurunu tanımaz”



Bir de Deli Musa karakteri var romanda. Okula giden çocukların önünü kesip sigara isteyen, onları korkutan bir meczup. Kahramanımız da az çekmiyor ondan. Ama sonra işler değişecek ve kahramanımızla arasında derin bir bağ kurulacak. Senin diğer romanlarında da var bu tema aslında. Meczuplar neden önemli bu kadar senin için?
Küçük meczuplar olarak çocukları ve büyük çocuklar olarak meczupları önemsiyorum. Zihin durumları ilgimi çekiyor. Bizim kaygılarımızın hiçbirini taşımıyorlar. Meczupların da çocukların da zihinleri ikili ilişkilerdeki iktidar unsurunu tanımaz. Büyük hikayedeki iktidarı zaten hiç tanımaz. İnsan bölünemez ve ayrılamazdır onların zihninde. İlişkilerinin sıfır noktasıdır. Kışkırtıcı ve yatıştırıcıdır. İnsan doğasını doya doya seyrediyoruz aslında çocuğu ve meczubu seyrederken. Bakir bir doğaya bakarken ruhumuz nasıl yücelirse, onlara bakarken de yücelir. Dolayısıyla ruhumuzun öğretmenleridirler. Anne rahminin duvarından kopan çocuk dünyaya düşer. Buluğ çağına gelince bu defa bilinci, o görünmez duvardan kopar ve dünyaya yuvarlanır. Ölünceye kadar bilinçlidir artık. O bilinç kopuşunu telafi etmek için enva-i çeşit dolaplar çevirmektir yaşamak artık onun için. Ama bilincini yitirmiş kişi (meczup) için ve bilinç kopuşuna henüz “ulaşmamış” kişi (çocuk) için dolap yoktur. Kötü oyun yoktur. Düzen yoktur. Tuzağı kuramaz ve aynı anda ona karşı korunmasızdır. Dünyayı cehenneme çeviren insanoğlunun kefareti gibi bir şeydir. Ve daha bir çok şey var kafamda onlarla ilgili. Dolayısıyla yazdıklarımın içine sık sık ve doğal bir dalgınlıkla girer çıkarlar.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.