Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sherlock Sherlock’a karşı



Toplam oy: 1005
Mark Twain'in Çift Taraflı Bir Dedektif Hikâyesi başlıklı uzun öyküsü –ya da kısa romanı– bir polisiye roman parodisi.

Jane Austen’ın Northanger Manastırı adlı romanı 1818’de, yani gotik romanın yükseliş döneminin sonlarında yayımlandığından beri, bir gotik roman parodisi olarak değerlendirildi. Özellikle Ann Radcliffe’in eserlerine göndermeler yapan bu roman, 1818’de yayımlanmış olsa da, aslında tam da Radcliffe’in ve gotik romanın zirvede olduğu 1790’lı yıllarda yazılmıştı. Bu kronolojik gerçek, romanın bir parodi olduğu iddiasını güçsüzleştirebilir miydi? Yoksa parodi tam da orijinaliyle aynı zamanda mı buluşmalıydı okurla? Bunun ötesinde, Jane Austen gerçekten de parodi yapmayı becerebilmiş miydi, yoksa parodisini yapmak istediği edebi akımın oyununa gelip, istemeden de olsa, sahici bir gotik roman mı yazmıştı? Bu tartışmadan da anlaşılacağı gibi, edebiyatta parodi meselesi çok da basit değildir; biraz belirsizdir ve yoruma açıktır. Eleştirmenlerin de oynamayı sevdiği bir türdür.

 

Mark Twain’in Çift Taraflı Bir Dedektif Hikâyesi başlıklı uzun öyküsü –ya da kısa romanı–  bir polisiye roman parodisi. İlk kez 1902’de yayımlanan ve genellikle Tom Sawyer veya Huckleberry Finn gibi Mark Twain’in alışık olduğumuz eserlerine içerik olarak pek benzemeyen kitapta, parodinin merkezinde meşhur dedektif Sherlock Holmes yer alıyor. Günümüzün de popüler kültür ikonlarından biri olan efsanevi dedektifin güncel parodileriyle bugün karşılaşmak çok şaşırtıcı olmuyor, ama edebi anlamda 1887’de doğan Sherlock, Twain’in mizahına malzeme olduğunda da gayet yaygın bir şekilde tanınıyordu. O nedenle Twain’den tam zamanında gelmiş bir hamle bu. Dahası, yukarıdaki Jane Austen örneğindeki gibi yoruma açık bir mizah ya da eleştiri yok bu eserde. Tam aksine, Twain düpedüz dalga geçiyor Sherlock’la.

 

Şakayla karışık...

 

Kocasının kötü muamelesine maruz kalan bir kadının intikam öyküsü olarak başlıyor her şey. Oğlunda inanılmaz, hatta neredeyse doğaüstü diyebileceğimiz dedektiflik yetenekleri olduğunu kabul eden kadın, kocasını bulup intikamını almak için oğlunu gönderiyor peşinden. Archy, karanlıkta görebilen, başkalarının alamadığı kokuları alan, saklı olan her şeyi bulabilen doğuştan bir dedektif adeta. Derken kitabın adında neden “çift taraflı” bir dedektif hikayesinden bahsedildiğini anlamaya başlıyoruz. Bir madencinin ve onun sürekli kötü davrandığı yardımcısının, Fetlock Jones’un öyküsüne davet ediyor Twain. Bu noktaya kadar parodi, ironi, mizah, alay ya da eleştiri adına bir unsurla karşılaşmıyoruz metinde. Ama ne zaman Sherlock Holmes bir sürpriz gibi ortaya çıkıyor, o andan itibaren Twain’in şakayla karışık yazdığını hissederek okuyoruz satırları.

 

Kahramanımız Fetlock Jones, Sherlock’un yeğeni. O da tıpkı ilk bölümdeki kadın gibi sürekli ezilen biri ve onu tanıyanlar kendisinde böyle bir eğilim görmese de intikam alma zamanının geldiğini düşünüyor. Tam intikam planları yaparken ve biz okurlar da bir cinayete hazırlanırken, Sherlock Holmes, ya da tüm kasabanın “Olağanüstü Adam” olarak hayranlık beslediği meşhur dedektif çıkıyor sahneye. Şu satırlar hesapta Fetlock Jones’un ağzından çıkıyor ama biz biliyoruz ki onlar Mark Twain’e ait: “Onu benim tanıdığım gibi tanıyan herkes, her şeyi kendisi önceden planlamadığı, ipuçlarını ayarlamadığı ve adamın birini suçu talimatlara göre işlemesi için tutmadığı sürece onun hiçbir suçu çözemeyeceğini bilir…”

 

Sherlock’un bulunduğu bir suç ortamında başka bir dedektifin borusu öter mi? Bunu yazan Mark Twain olunca ötüyor elbet. İlk bölümdeki doğuştan dedektifimiz Archy de orada, hem de Sherlock’a bir rakip olarak... Sherlock’un akıl yürütmelerine karşı şu çıkışı yapıyor Archy: “Mantık yürütmeleri, tahminleri, ıvır zıvır ipuçlarının etkileyici bir şekilde iliştirilmesini ve dedektiflik mesleğinin diğer gösterişçi tiyatrolarını bir kenara bırakıyorum…”

 

Sonuçta iki ayrı öykü bir cinayette birleşiyor ve evet, bir Sherlock Holmes öyküsü bu, ama Sherlock’a karşı bir Sherlock öyküsü. Bir polisiye olarak değerlendirilirse oldukça kafa karıştırıcı bölümleri olduğunu iddia edebiliriz, ama bir parodi olduğu aşikar ve bu nedenle de bizi ilgilendiren kısmı parodinin başarılı olup olmadığı. Mark Twain, yaratıcı bir şekilde ele alıyor Sherlock’u. Elbette bunu Arthur Conan Doyle’un yazarlığına getirilmiş bir eleştiri olarak değerlendirmek de mümkün.

 

Bir rasyonalite eleştirisi

 

Geçtiğimiz aylarda yine Labirent Yayınları’ndan okuduğumuz Sherlock Holmes & Peder Brown: Rasyonalite ve İnancın Çatışması adlı kitabında Fulya Turhan şöyle diyordu: “Dedektif, mutlaka göremediğimiz bir şeyi görerek bizi büyülemelidir ya da akıl yürütme sürecinde şaşırtmalıdır. Dedektifin aklı yürütme sürecinde en ufak bir çatlakla karşılaşmak, okurun romanı elinden bırakması için yeterlidir.” Bu değerlendirmenin ışığında düşünürsek, Mark Twain’in Arthur Conan Doyle olmaya çalıştığını ya da Sherlock’un bu kitapta rakibi olan Archy’nin tam anlamıyla bir dedektif olduğunu söyleyemeyiz. Twain daha çok Sherlock’un da yanılabileceğini göstermek ve onun kusursuz akıl yürütmelerine iman etmenin olayları nerelere vardıracağını paylaşmak için kaleme almış gibi bu eseri. Bu bağlamda Twain’in bir rasyonalite eleştirisi yaptığını söylersek çok da ileri gitmiş olmayız.

 

Fulya Turhan şunu da ekliyordu kitabında: “Polisiye romanlar bir kaos resmeder ama en sonunda vaka çözülür, adalet yerini bulur ve düzen tekrar sağlanır.” Bu eserde bir kaosun resmedildiği belli, hem de çifte kaos. Kitap bittikten sonra bizi tekrar ilk sayfaya döndüren romanlar polisiyelerdir genellikle. O kahramanın ilk çıktığı giriş bölümüne tekrar bakılır. Sürprizlerin hafiften satır aralarına gizlendiği gelişme bölümlerini şöyle bir tararız gözümüzle. Sonuçtaysa, vaka çözülmesine çözülüyor ama düzen tekrar sağlanıyor mu, onu görmek için okurların son sayfaya kadar beklemeleri gerekiyor. Ne de olsa bir polisiye romanının en önemli sayfası, son sayfasıdır.

 

 

 

 


 

 

* Görsel: Kaan Bağcı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.