Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sisifos'un çürüyen içi



Toplam oy: 591
Kobo Abe // Çev. Barış Bayıksel
Monokl
Kumların Kadını her geçen gün daha fazla okurun gözlerini çevirdiği Japon edebiyatının öne çıkan romanlarından biri; Kobo Abe’nin sembolik anlatımı her okumada farklı kapılar açabilecek güçte...

Tanrıların günün sonunda yeniden aşağıya yuvarlanacak bir kayayı sonsuz kez zirveye taşımakla cezalandırdığı Sisifos’u bilirsiniz. Onu farkındalığı yüksek bir insan olarak hayal eden Albert Camus, dünya denen kaos yumağının bir amacı bulunmadığını kabullenen bilinciyle, kaya yuvarlamanın diğer hiçbir eylemden farkı olmadığını idrak eden Sisifos’u mutlu biri olarak tasarlıyordu. Bilinçle lanetlenmeyen, yani bir anlam aramayan diğer hayvanlar ve bitkiler kadar değilse bile, yine de mutluydu o. Varoluşçuluk akımının Japonya’daki yüzü olarak nitelenen Kobo Abe ise, içine bir ev alacak kadar derin bir kumdan çukurda, günlerini evi yutmasın diye kumları süpürerek geçiren ve başka türlü bir hayat hayal etmeyen Kumların Kadını ile kadına yardım etsin diye çukura hapsedilen Cumpei Niki’ye farklı bir açıdan yaklaşıyor. Çalışma eyleminin geçip giden zamanı katlanılır kıldığını, belli bir süre tekrarlandığında da insanın içine işlediğini öne süren Kobo Abe, başlangıçta bu sarmalın içinde zorla tutulan birinin zamanla bir fırsat yakaladığında bile kaçmayacak noktaya geldiğini belirtiyor.

 

Öyleyse Kobo Abe’nin kaya taşımaktan yırtmanın yollarını arayan Sisifos’u, birkaç yıl sonra Tanrılar onu zorlamayı bıraktığında bile bu eylemi sürdürecektir. “Mevcut duruma uyum sağlamanın da bir sınırı vardı. Bu uyum, amaç değil araç olmalıydı. Kış uykusuna yattığını düşünmek kulağa hoş geliyordu ama iyice köstebeğe dönüp bir daha gün ışığına çıkma hevesini kaybetmiş olmasındı sakın? Dilencilik üç günde insanın içine işler derlerdi. Bu tür, içten kaynaklanan çürümeler çok hızlı gelişirmiş.” Kapitalist düzenin devamlılığında insan doğasının bu yönünün payı büyük şüphesiz.

 

1924 yılında Tokyo’da doğan Kobo Abe, yalnızca varoluşçuluk akımının değil, Franz Kafka’nın da Japonya’daki yüzü olarak anılıyor ve savaş sonrası Japon edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılıyor. Yapıtlarında sembolik üslup, toplumsal eleştiri, kapitalist toplumdan ve onun ruh öğüten doğasından kaçış arayışı ile Kafkaesk bir düşsel gerçeklik öne çıkıyor. Cumpei Niki’nin başkahramanı olduğu Kumların Kadını ise onu dünya çapında üne kavuşturan romanı; 1964’te Hiroshi Teshigahara tarafından sinemaya da uyarlanan roman, Teshigahara’ya Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü getirmişti.
Murakami henüz alamadı ama Japonya'nın iki yazarı (Yasunari Kavabata ile Kenzaburo Oe) çoktan Nobel'le ödüllendirildi. Türkçedeki Japonca çevirileri de daha çok Murakami ile bu iki yazarın odağında yapılıyordu fakat son zamanlarda Japon edebiyatına yönelik artan ilgiyle beraber –Türkiye'de ve dünyada– bu tablo giderek değişiyor. (Bu arada, daha önce de Türkçede yayımlanmış olan Kumların Kadını, yeni bir çeviriyle yeniden raflarda.) Kumların Kadını'nın sembolik anlatımı ise bu tabloya meraklı okura her okumada farklı kapılar açabilecek güçte...

 

 

 


 

 

 

Görsel: Murat Miroğlu

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.