Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Şüpheli asker ölümlerinin hikaye hali



Toplam oy: 961
Murathan Mungan
Metis Yayıncılık
Bu acı mevzuyu istatistiklerin soğukluğundan uzak edebi bir kuvvetle anlatan bu hikaye derlemesi, insanı oturup ülkenin feci müfredatı, militer, milliyetçi marazları üzerine bir daha düşünmeye sevk etmesi açısından önemli.

Asker Sevag’ın acı hikayesini hatırlarsınız. Bundan iki yıl önce çok manidar bir tarihte,  Ermeni soykırımının yıl dönümü olan 24 Nisan’da "kazara ölmüştü". Sevag’ı "kazara" öldüren askerin Türk-İslam sentezinin en vahşi savunucularından BBP sempatizanı olması ve tanıkların ifadelerinin çelişmesi, Sevag’ın "kazara" değil, kasten, bu ülkede Ermenilere yönelik nefretin bir uzantısı olarak "öldürüldüğü" fikrini güçlendiriyordu.

 

Son yıllarda bilhassa Ermeni, Kürt ve Alevi askerlerin payına düşen bu "kazara" ölümlerin artması "şüpheli asker ölümleri"nde güzide ülkemizi dünya birinciliğine taşıdı. Bu ölümler bazen "intihar" bazen de "arkadaşlarıyla şakalaşırken vuruldu" gibi gerekçelerle "açıklanıyor," daha doğrusu geçiştiriliyor ve asla gereği gibi soruştulamıyor; malum karşımızda bir "askeri bölge" var, askeri bölgeye girilmez ve Yıldırım Türker’in dediği gibi, “TSK halka malumat değil, talimat verir.” Solak birinin kendini sağ eliyle, sağ şakağından vurması gibi bir açıklamanın da "doğru" kabul edilmesi beklenir. Bu ölümler bir bakıma sivil hayattaki "faili meçhul"lerin askeriyedeki karşılığı gibi.

 

Türkiye toplumunun mikrokozmosu

 

Murathan Mungan, Merhaba Asker’de bu şüpheli asker ölümlerini anlatan hikayeleri derlemiş. Bir nevi "edebi kuratör" olarak bir araya getirdiği hikayeler Türkiye toplumunun mikrokozmosu sayılabilecek askeriyede cereyan eden denetimsiz şiddeti gözler önüne seriyor. “Sivilde birikmiş nefret söyleminin askerde kendine hedef bularak nefret suçlarına dönüşmesi kaçınılmaz değil mi?” diye soruyor Mungan. Bunun cevabı, maalesef, herkesin de malumu olduğu üzere, evet. Türk-İslam sentezi üzerine kurulu resmi ideolojinin, bu senteze uymayan bütün kesimlere karşı ürettiği nefret, bu ülkenin bünyesine işlemiş olan "azınlık, gayri-müslim" düşmanlığı, askeriyenin sunduğu kapalı kutu içersinde ve askeriyede körüklenen şiddet sayesinde olası en feci haline bürünüyor. Bu vaziyet de, zaten "olağan" vatandaşlar için bile bir tahakküm yuvası olan askeriyeyi, "ötekiler" için tam bir cehenneme çeviriyor. Kitaptaki hikayeler de etnik, dinsel ve cinsel bakımdan "öteki" olan zoraki askerlerin yaşadığı ve ölümle sonuçlanan bu cehennemden kesitler sunuyor.

 

"Kahraman" adlı ilk hikayede Niyazi zorlu bir meta-anlatı kurarak, bu nefret suçunun bir örneğini bu kitap için okurlara sunacak deneyimli bir edebiyat "kahramanı" arıyor. Hikaye, ilana cevap veren deneyimsiz kahramanın adında gizli: Dikran. Evet, bu isme sahip Ermeni askerin öldürülmesi için başka hiçbir veriye ihtiyacı yok. Anlatıcının dediği gibi: “Sen bu öyküde adını fellik fellik gözlerden kaçıracaksın, ne var ki bunun sana pek faydası dokunmayacak.” O isim seni bir kara leke gibi ölüme götürecek.

 

Benzer bir lanetli isim öyküsü Türker Armaner’in "Tel Örgü" adlı hikâyesinde işleniyor. Sivil hayatta Kurtuluş-Şişli arası bir birahanede maç izlerken boş bulunup yanındaki kişiye adını söyleyen bir Ermeni genç, bir linç girişiminden son anda kurtuluyor. Sonra kendisini linç etmek isteyen kişiyle askerde tekrar karşılaşıyor ve korku hikayesi başlıyor. Günlerce nöbette öldürüleceği korkusuyla yaşadıktan sonra, bir gece o "an" gelip çatıyor. “İsmim bir doğum lekesi gibi beni işaretliyor, bugüne hazırlıyordu,” diyor isimsiz anlatıcı. Böylece "sivil" hayatla "askeriye" arasında bir süreklilik kuran hikâye "sivil"de birikip "askeriyede" fiiliyata dökülen nefreti çok iyi anlatıyor.

 

Seray Şahiner’in "Kişer Pari Mama"sı da benzer bir hikayeyi anlatıyor. Telefonda annesine "kişer pari mama" (Ermenice "iyi geceler anne") deme gafletinde bulunarak ölüme sürüklenen bir askerin hikayesi. Hikaye iki koldan ilerliyor. Bir yanda oğluna mutfakta Paskalya için çörek yapan anne, diğer yanda askeriyedeki oğlu. Hikayenin adını vermeden anlattığı asker muhtemelen, Paskalya günü, 24 Nisan’da öldürülen Sevag. Bir yerde Sevag’a "Ermenistan’la savaş çıksa hangi tarafa kurşun sıkarsın?" diye soruyorlar. Sevag’ın ailesinin nasıl bir ayrımcılığa maruz kaldığını da görüyoruz. Sevag’ın babası ilkokul birinci sınıfta "Türk’üm” dedirtilen bir Ermeni çocuk için şunu söylüyor: “Şimdi zorla Türk’üm dedirtirler, büyüyünce Ermenisin deyip, kenara ayırmaya kalkarlar. Bu memlekette iki şey değişmez; bir, mukadderat; iki, müfredat.” Evet, aynen öyle.

 

Müge İplikçi’nin "Süha" adlı hikayesi de aynı anne-oğul yapısı üzerinden ilerliyor. Bu sefer Paskalya için çörek yerine "şeker bayramı" için baklava yapan bir anne, uzaktan oğlunun ölümünü hissediyor. Çok küçük bir suçtan ötürü –bankamatiğe uğrayıp para çekerken içtimaya geç kaldığı için- "disko"ya atılan bir askerin sıcak güneş altında ölümünü baklavanın yapılacağı fırının yaydığı ısıda hisseden annenin hikayesi. Süha’nın Gayri-Müslim ya da etnik bir azınlığa mensup olmayışı, benzer bir sonla "Türk gençleri"nin de karşılaşabileceğini hatırlatıyor. Yani askeriye herkes için bir cehennem ama Türk-İslam sentezine uymayanlar için bu cehennem "iki-kere rafine."

 

Kitaptaki bazı hikayeler de "terörist" diye yaftalanan Kürt askerlerin yaşadıklarını anlatıyor. Sivil hayatta Kürtlere reva görülen "olağanüstü hal" şiddetleri, Jitem infazları, köy yakmalar, göz altında "kayıp"lar herkesin malumu. Behçet Çelik’in "Estağfurullah Asker" bir Kürt askerle içli dışlı olduğu için baskı gören üniversite mezunu bir kısa dönem askerin gözünden Kürt asker Ertuğrul’un yaşadığı trajediyi anlatıyor. "Ertuğrul" isminin içerdiği "Türkleştirme" politikasını da atlamıyor. Ertuğrul "tedirgin, kaygılı, tetikte" yaşayan Ertuğ da bir gün, hikayenin anlattığı süre içinde değil ama muhtemelen hemen sonrasında bir "kaza" kurşununa kurban gidecektir; “şiiri, hikayesi imkansız, sahte tutanaklara, yalan ifadelere sığınmış korkak kaza kurşunlardından” birine.

 

Hakkı İnanç da "Bir İki Üçler Yaşasın Türkler" adlı kısa ve çarpıcı hikayede, çocuklara küçükken öğretilen bu ırkçı "çocuk şarkısı"nın izinden giderek, ‘terörist’ diye itilip kakılan ve nihayet öldürülen Yusuf’un hikayesini anlatıyor. Ve elbette sonuç şu: “Yusuf’unki intiharmış, dosya kapanmış.”

 

"Altıotuzbeş" adlı hikayede de Murat Özyaşar bu mevzu ağır esrar dumanı altında bir araya gelen dört "sakıncalı" asker üzerinden anlatıyor. Sakıncalıların en sakıncalısı "Altıotuzbeş" lakaplı kişi zira abisi, Serhad, bir gerilla komutanı. Üzerindeki ağır baskıyı ve her an öldürülebilir oluşunu yüzbaşının şu lafı özetliyor: “Bi yanlışını görürsem devletin bayrağı çok olum, sararız göndeririz seni.” Nihayet Altıotuzbeş, korkunun dayanılmaz hale geldiği bir kriz anında önce yüzbaşıyı, sonra kendini öldürüyor. (Bu hikaye sertliği, çiğliği ve ağzı bozukluğuyla bana biraz Murat Uyurkulak’ı hatırlattı ve "güneydoğudaki savaşı" ve korkuyu Tol ve Har’da bütün çıplaklığıyla anlatan Uyurkulak da bu derlemede yer alsa iyi olurmuş diye düşündüm.)

 

Askeriyedeki şiddetin bir kolunu da "cinsel suçlar" oluşturuyor. Eşcinsel olduğu gerekçesiyle öldürülen ya da eşcinsel ilişkiye zorlandığı için kendini öldüren askerlerin hikayesi. Sema Kaygusuz "Anı"da komutanı tarafından silah zoruyla cinsel ilişkiye zorlanan bir askerin hikayesini sakin sakin anlatırken, Aslı Tohumcu askerde "kadın yerine konduğu için" canına kıyan kocasının hesabını soran hamile bir kadının hikayesini son derece sert ve grotesk bir üslupla anlatıyor ve hikayeyi hamile kadının kocasının ölümüne yol açan askerler karşısında karnını kesip, çocuğunu öldürüşüyle bitirerek, şiddeti hikayesinde hissettiriyor.

 

Son bir hikayeden daha bahsetmek istiyorum: Neslihan Önderoğlu’nun yazdığı "Ammo’ya Bir Tabut." Mütehakkim bir komutana "isyan ettiği" için öldürülen Süryani Ammo’nun hikayesinin acısı, oğlunun ölümünü öğrendiğinde elini kaynayan reçel tenceresinin içine batıran annesi Azize’de ifadesini buluyor. İntihar ettiği açıklamayla tabutla evine gönderilecek olan Ammo ardında şu soruyu bırakıyor: Süryani tabutu nasıl olur?

 

Kapak, kitabın etkisini azaltıyor

 

Bu acı mevzuyu istatistiklerin soğukluğundan uzak edebi bir kuvvetle anlatan bu hikaye derlemesi, insanı oturup ülkenin feci müfredatı, militer, milliyetçi marazları üzerine bir daha düşünmeye sevk etmesi açısından önemli. Yalnız kitapta şöyle bir sorun var;  bütün hikayeler olayları "içeriden," olayları birebir yaşayanların çemberi içinden ve "şimdiki zamanda" anlatıyor. Bu mevzuyu mesela genişletip vicdanı redde getiren ya da hukuki süreçlerle uğraşan bir avukatın veya bunları haber yapan bir gazetecinin gözünden anlatıp hikayenin alanını genişleten ya da şimdiki zamanda cereyan eden bu hikayeleri geçmişin vahşetiyle bağlayan hikayeler de olsa, çok daha çarpıcı bir kitap olabilirmiş. Küçük bir eleştiri de kitabın kapağına dair; "asker yeşili" kapağın üzerinde iki adet "asker künyesi" var. Bu kapak Merhaba Asker ismiyle birleşince, ilk bakışta olağan bir "askerlik anıları" kitabı gibi duruyor. Bu haliyle, askerlik mitini hiç bozmayan bir kapak olarak, kitabın etkisini biraz azaltıyor. "İmaj politikası" da söylem mücadelesinin bir parçası olduğu için, bu kapak da mesela daha önce yayınlanan Mehmedin Kitabı’nda olduğu gibi –kapakta kafaları yarı traş edilmiş askerlerin trajikomik fotoğrafı vardı- militarizm mitini bozan, bu mitle alay eden ya da içerdeki acı hikayeleri kapağa yansıtan bir tasarıma sahip olsa, daha etkili olabilirmiş.

 

* Görsel: Seda Mit

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.