Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tanrılar arasında



Toplam oy: 761
Friedrich Dürrenmatt // Çev. Murat Tüzel
Dedalus
Gözlemcileri Gözlemleyenin Gözlemi, okuyucuyu kurduğu atmosfer ve giderek uzayan yapısıyla altüst eden bir kitap.

Friedrich Dürrenmatt’ın Dedalus Yayınları tarafından yayımlanan romanı Gözlemcileri Gözlemleyenin Gözlemi, okuyucuyu kurduğu atmosfer ve giderek uzayan yapısıyla altüst eden bir kitap.

 

Roman, temel olarak her şeyi çepeçevre kuşatan “gözlem” düşüncesi üzerine kurulu. Öyle ki okura bile ilerleyen akış içinde okuma eylemini gerçekleştirirken bir yandan gözlemlendiğini düşündürtebiliyor. İnsanı psikolojik olarak baskı altına alan bu fikir, metni aşan bir yapıya sahip. Özellikle günümüzde her şeyin elektronikleştiği, kayıt altına alınıp paylaşılabildiği bu zamanda metnin önemi daha da ön plana çıkıyor. Dürrenmatt’ın sıklıkla ortaya attığı “Gözlemleyen misin, yoksa gözlemlenen mi?” sorusu insanı ikilemler arasında bırakırken kesin yanıtı hiçbir zaman verilemeyecek paradokslara neden oluyor.

 

Dürrenmatt, kurmakta usta olduğu, bir yandan trajik bir yandan komik yapıyla metnini inşa ederken öte taraftan metnini yazılma zamanının ötesine taşır, evrensel bir boyuta erişir. Bu, temel olarak iyi bir metnin sahip olması gereken atmosfer kavramına dayanmaktadır. 24 parçadan oluşan metnin her bölümü gittikçe uzayan bir cümleden oluşuyor. Bu birer cümlelik uzun bölümler sayfalara öylesine kurulmuş durumda ki okur sanki onun karşısında küçülüyor. Metin büyürken okurun küçülmesi, gözün yorgunluğu, buna ilave edilebilecek metnin okur üzerinde kuruduğu baskı atmosferi alabildiğine ön plana çıkarıyor. Dolayısıyla yazarın dili kullanma biçimiyle metnin içeriğinin örtüştüğü ve aynı amaca doğrusal bir şekilde hizmet ettiği söylenebilir.

 

Gözlemcileri Gözlemleyenin Gözlemi’ni okuyan herkes insan olmakla tanrı olmak arasında kalır. Zira metin bunu destekliyor. Bir gözlemci olarak mı varız, yoksa gözlemlenen olarak mı? Oysa insan bu kavramların her ikisini de içerir. İnsanlar karşısında olduğumuz kadar tanrı karşısında da bu tutumumuz devam eder. Tanrı bizim yaptığımız edimleri gözlerken, biz de olaylar karşısında onun tepkisizliğini/bekleyişini/“sessizliğini” (Ingmar Bergman’dan alıntılayarak) gözlemleriz. Bu da ortaya alabildiğine karışık ve işin içinden çıkılmaz bir durum çıkarır. Bu tutum, romanın ana eksenini oluşturur. Bir psikiyatr, öldürülen eşinin akıbetini öğrenmek ve onun ölümünü yeniden canlandırmak için F. adındaki birini tutar ve her şey başlar. Bundan sonraki süreç F.’nin psikiyatr ve eşiyle ilişkisini anlamak kadar gittiği yerlerdeki paradoksları çözmek üzerine kuruludur. F. sürekli bir engelle karşılaşır, gözlemleyen mi yoksa gözlemlenen mi olduğunu bir türlü tam olarak ayırt edemez, okur da. Her şey peş peşe bekle(n)meksizin hızla onun üzerine gelirken o sürekli kendine bir konum edinmek zorunda kalır. Böylelikle metinde de bahsedildiği gibi o, dövüş esnasında durup düşünecek fırsat bulamaz, süratle bir hamle yapmaya doğru eğilir.

 

Romanın kurgusu içinde F.’yi görevlendiren psikiyatrın asıl istediği gizemin çözülmesi kadar “her şeyin yeniden canlandırılması”dır. Aslında romanın yaptığı da budur. Öldürülen kadının yaşadıkları F. üzerinden yeniden üretilir. Böylelikle gözlemlenen cinayetle gözlemleyen kişi arasında bağ kurulur. “Yeniden canlandırma” olarak ifade edilen “şey” böylelikle kendine bir karşılık bulur. Bunun üzerinden yeni perdeler açılır.

 

 

 

Metnin öne çıkan yanlarından birisi uzayıp giden, karmaşıklaşan, yer yer anlamı muğlaklaştıran cümle yapısı. Her bir bölümü tek bir cümleden oluşan kitabın okuru rahat bırakılmıyor, yazar tarafından sürekli zorlanıyor. Bu da peşinde getirdiği muğlaklıkla aslında romanın kurgusuna paralel bir yapı oluşturuyor. Zira metin her şeyi muğlak kılarak çelişkileri çoğaltacak ve arttıracak bir durum sunuyor. Okurun ana karakter gibi kendini boşlukta ve ne yana gideceğini bil(e)mez bir halde hissettiği bu durumlar, karamsar ve içe dönük bir hava oluşturuyor. Buna savaş alanları, tanklar, bombardımanlar, cinayetler, komplolar ekleniyor. Böylelikle F.’nin üretim sürecine bir ülkenin (belki de dünyanın) tükenme süreci de eklenmiş oluyor. Birçok devletin küçük bir savaş alanına, deneme sahasına dönüşen çöller F.’nin araştırmasına engel teşkil ederken, aynı zamanda ülkedeki polis şefiyle istihbarat ve ordu arasındaki ayrışmalar atmosferi daha da karıştırıyor. Her alanda bozulmanın görüldüğü karamsar bir görüntüsü ortaya çıkıyor böylelikle.

 

“A=A” eşitliğini alabildiğine zorlayan metin, aslında hiçbir şeyin birbirine denk veya eşit olmadığını gösteriyor. İşaretler takip edildiğinde hep bir dengesizlikle karşılaşılır, terazinin bir yanı hep ağır basar ve yükselen tarafta ne varsa o gözlemlenir. Kırılan dengenin yerini alansa romandaki sosyal ortam gibi kargaşa, anarşidir. Kaos kendine yer açtıkça peşinde olunulan varlık ve yeniden üretim zorlaşır. F. bu gibi anlarda geriye döner, kendi üzerine ve olayların gidişatı, konumu üzerine düşünmeye koyulur. Yer yer geçmişi çoğaltarak bugünü yeniden ortaya çıkarır.

 

Dürrenmatt’ın gerek oyunlarında gerekse kurmaca metinlerinde üzerinde durduğu ve kırmaya çalıştığı bir diğer husus devlet, siyasal koşullar ve insanı sınırlayan yapılardır. Bunları her türlü ağlarla kuşatır ve içinden kendine ait bir öz çıkarmayı bilir. Büyük Romulus oyununda devlet yapısını nasıl kırdıysa bu romanında da aynı şekilde modern yönetim yapılarına saldırıyor. Üstelik artık devlet içinde devletler mevcut ve bunların da kendi içinde savaşımları söz konusu. Dürrenmatt’ın sürekli üstüne gittiği bu durum insanın sosyal konumunu içine alıyor. Böylelikle hem birey olarak hem de devlet mekanizmasında bir parça olarak insan farklı cepheleriyle ortaya çıkıyor.

 

Friedrich Dürrenmatt’ın trajik ve komik, insana tanrılar katında olduğunu düşündürten romanı Gözlemcileri Gözlemleyenin Gözlemi, onun edebi anlayışını ve tiyatrolarında da ortaya koyduğu grotesk tavrını alabildiğine yansıtan bir metin ve yazarın diğer eserlerini de yayımlayacak Dedalus için değerli bir adım.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.