Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Terapistin egosu



Toplam oy: 815
Irvin D. Yalom // Çeviri : Elif Okan Gezmiş
Pegasus
Yalom’un Günübirlik Hayatlar adıyla derlediği gerçek psikoterapi öyküleri, terapideki güç ve ego dengeleri bağlamında Nietzsche Ağladığında’nın gerçek hayattaki izdüşümü gibi...

Nietzsche Ağladığında’da, ruhsal olanlar dahil, tüm acılarına çare bulacağı vaadiyle onu tedaviye ikna etmek için çırpınan Josef Breuer’e şöyle diyordu Nietzsche: “Eğer ben, sizin deyişinizle, büyük biri olacaksam, o zaman siz benim yaratıcım, benim kurtarıcım olarak daha büyük biri olacaksınız. (...) Benim için duyduğunuz acı, iyilikseverliğiniz, duygularımı paylaşmanız, bana yardım ederken kullanacağınız teknik, beni yönetmeniz... Bütün bunlar kendi gücüm pahasına size güç vermem demek. Bu yardımı kabul edebilecek kadar varlıklı değilim!” Terapideki güç ve ego dengelerine ilişkin bu son derece mühim nokta, Nietzsche Ağladığında’yı yazan ve ilerlemiş yaşına rağmen halen San Francisco’da terapist sıfatıyla hasta gören Irvin Yalom’un temel meselelerinden biri. Yazarın Günübirlik Hayatlar adıyla derlediği gerçek psikoterapi öykülerini, bu bağlamda, Nietzsche Ağladığında’nın gerçek hayattaki izdüşümü olarak görebiliriz.

 

Örneğin, “Buruk Tedavi” adlı ilk öyküde tanıştığımız Paul Andrews, Yalom’dan yalnızca tek bir seans talep ediyor. Terapinin kontrolünü ele alarak, ondan Prof. Clalude Mueller ile neredeyse bir kitap kalınlığına ulaşmış yazışmalarını okumasını istiyor. Yalom’a aralarındaki ilişkiyi nasıl gördüğünü anlattırdıktan sonra da, “Bana son derece yardımcı oldunuz; teşekkür ederim,” diyerek konuşulması gerekenlerin bittiğini belli ediyor. Üstelik Yalom, nasıl yardımcı olduğunu anlamanın kendi açısından ne kadar önemli olduğunu söylediğinde bile geri adım atmıyor; “Sizi bu soruyla baş başa bıraktığım için üzgünüm ama maalesef süremiz doldu,” yanıtını veriyor. Sadece bunda değil, kitaptaki diğer öykülerde de, Yalom ölüm korkusuyla baş etmek, hayatı değerli ve anlamlı kılmak için yollar gösterirken, diğer yandan da bir terapist olarak egosunun zamanla nasıl törpülendiğini paylaşıyor bizimle. Terapist koltuğunda geçen uzun yılların ardından vardığı noktayı ise “Teşekkürler Molly” adlı öyküde şu şekilde ifade ediyor: “Şimdi belirsizliğin karşısında titremiyor, her şeyin belirli olduğunu varsaymanın kibirden ibaret olduğunu görebiliyorum. Şu an emin olduğum tek bir şey varsa, o da içten ve sıcak bir ortam yaratabildiğimde, hastalarımın, ihtiyaç duydukları yardıma, çoğu zaman tahmin bile edemeyeceğim müthiş yollardan erişeceğidir.”

 

 

Fakat bir terapist olarak egosu en büyük dönüşümü, çok uzun zamandır tanıdığı hastası Astrid’in cenaze töreninde geçiriyor. “Hiç Değilse Çocukların İçin Toparlan” adlı bu öykü, Astrid’in yakınlarının onunla geçirdikleri güzel günleri anlattıkları sahneyle açılıyor. Sahne tamamlandığında, Yalom kendisini şunları düşünürken buluyor: “Tüm bu organizasyon boyunca duygularım konusunda kararsız kalmıştım. İlk başta konuşmacılar Astrid’le olan özel ilişkilerini ve anılarını paylaşırken onun yaşamında çok özel bir yerim olduğunu bilerek şişinmiştim. Ne de olsa her şeyin iç yüzünü bilen, gerçek Astrid’i tanıyan tek kişi ben değil miydim? Ama saatler ilerledikçe ve mikrofonu eline alan yakınlarını birer birer dinledikçe tereddüde düşmüştüm. Belki de sandığım kadar ayrıcalıklı bir yerim yoktu. (...) Korkularını, arzularını, en gizli düşüncelerini, fantezilerini ve rüyalarını dinlemiştim. Peki tüm bunlar, onu gülümseten şeylerden daha mı gerçekti?”

 

Açıklama illeti


İnsan böyle bir kitabı okuyup bitirdikten sonra, kaçınılmaz olarak kendi derinliklerine de yöneliyor, zihninden geçip duran her düşüncenin kaynağına ulaşmaya çabalıyor. Mesela ben neden başkalarının değil de, kitaptaki bu noktanın üzerinde durdum? Ya da neden kitaptaki bazı öyküleri (“Arabesk”, “Geçmişi Kabullenmek İçin Ümidini Yitirmelisin”) diğerlerinden daha çok “sevdim”, bu öykülerdeki karakterlerle özdeşleştiğim için mi ya da kendimi bu öykülerle yatıştırdığımdan mı? Bu sorular da, diğer her şey gibi, bir terapi esnasında ele alınabilir pekala. Bu noktada, bir kez daha Paul Andrews’a kulak verirsek, belki de açıklama illetinden sakınmadığımız müddetçe, bazı şeyleri neden bazı şekillerde açıkladığımız sorusu da gündemde kalacak. Çünkü “açıklama, bir yanılsamadır; bir serap, bir kurgu, teskin eden bir ninnidir. Ödleklerin, varoluşun rizikosunun, fütursuzluğunun ve değişkenliğinin yarattığı, o insanın betini benzini attıran korkuya karşı geliştirdikleri bir savunmadır.” Ve hangi açıklamayı bulursak bulalım ne hayatı ne de insanı çözmenin rahatlığıyla arkamıza yaslanamayacağız.

 


 

* Görsel: Seda Mit

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.