Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Terskarga



Toplam oy: 131

Sokaklar giderek sessizleşiyor. Korona virüsü nedeniyle tüm dünyanın kendini evlere hapsettiği zamanlardan geçiyoruz. Zorunlu gönüllülükle… Dünyaya sığamayan, giderek daha da sosyalleşen, evde durmaktan kaçınan insanlık evden çıkmaktan kaçıyor. Daha önce türlü salgınları; İspanyol gribinden veba salgınlarına kadar türlü badireleri atlatan dünyamız globalleşmenin etkileriyle aynı anda tüm yaşayanlarıyla, hastalığı önlemenin / yenmenin çözümlerini üretmeye çalışıyor.

 

Sosyal mesafenin öneminin fark edilmesi, insanların yalnızlığa itilmesi, tecrit edilmiş olmanın gereklilikleri insanları mutlak bir yalnızlığa doğru götürüyor. Belki de bu hastalığın en kötü tarafı… Cenaze ve düğünlerde bir araya gelmeye alışkın bizler, en sevdiklerimizden uzak durmak zorunda kalacağız…

 

Yalnız kalmanın getirdiği güzel şeyler de var, götürdükleri yanında… Yapılacak en güzel şey bol bol okumak, düşünmek, film seyretmek, belki bir şeyler yazmaya çalışmak… Tam da içinde bulunduğumuz nisan ayı, insanın yalnızlığını dünya edebiyatında belki de en iyi anlatan kitaplardan birinin çıkış tarihi olmuş: “Robinson Crusoe”

 

Orijinal adı “York’lu Bir Denizcinin, Kendi Kaleminden, Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahillerindeki Oroonoque Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Serüvenler ve Korsanlar Tarafından Kurtarılması” olan kitap 25 Nisan 1719 tarihinde ilk kez yayınlanmış. Roman kahramanı Robinson’un zorunlu olarak düştüğü ıssız bir adada son üç yılı hariç 28 yılı yalnız geçirirken yaşadığı maceraları anlatan kitabın yazarı Daniel Defoe’nin ölüm tarihi de 24 Nisan 1731’dir. 60 yaşındayken yayınlanan kitabıyla birlikte üne kavuşan yazar Osmanlı’ya casusluk yapmakla da suçlanmış. Gazetecilikten ticarete, fabrikatörlükten memurluğa bir dolu işle uğraşmış, hatta yazdığı yazılar nedeniyle zaman zaman hapse de girmiş. Hayata gözlerini yumana kadar birçok ülkeyi gezen bir gezginmiş. Robinson Crusoe, çocuklar için üretilen versiyonları ile birlikte, hâlâ okumamış olanlar için şu sıralar yetişkinlerin çocukları ile birlikte okuyabileceği en güzel kitaplardan… Dünya romanının ilk örneklerinden sayılan bu kitap, 300 yıl önce yazılmasına rağmen hâlâ en çok okunanlardan… Bu da kitaptan: “Biz böyleyiz işte, tamamen farklı bir durumla karşılaşıncaya kadar içinde bulunduğumuz durumun gerçek değerini asla göremez, elimizdekinin değerini ancak bunları yitirince anlarız.”

 

Evdeyiz… Film seyrediyoruz… Konumuz yalnızlık… İlk akla gelen isim kim olmalı? Asıl adı Greta Lovisa Gustafsson olan, bir dönem Smolna’lı Odalık adlı filmin çekimleri için yaklaşık 50 gün İstanbul’da da kalmış “Buzlar Kraliçesi” Greta Garbo… Film çeşitli nedenlerle çekilememiş ama onu en ilginç kılan özelliği bu değil… Dünyanın en güzel kadınlarından sayılan, Oscar ödüllü, sessiz film döneminin ve sonrasının bu dünyaca ünlü isminin 1941 yılında çektiği filmin başarısızlığının ardından kendini, öldüğü 15 Nisan 1990 yılına kadar inzivaya çekmesi ve yalnızlığı seçmesi… Amerikan Film Enstitüsü tarafından hazırlanan En Önemli 50 Beyaz Perde Efsanesi listesinde en önemli beşinci kadın yıldız olarak yer alan, en popüler olduğu dönemde dahi hiçbir filmin galasına katılmayan, hiç röportaj vermeyen, özel hayatıyla ilgili hiçbir sırrı açıklamayan oyuncu, seçtiği izole yaşamla ilgili şunları söylemiş: “Ben hiçbir zaman ‘Yalnız kalmak istiyorum’ demedim ki... ‘Yalnız bırakılmak istiyorum’ dedim. Arada büyük bir fark var...”

 

Şimdi okuduğumuz kitapların kâğıtları hep yurt dışından geliyor ama ilk Türk kâğıdı 18 Nisan 1936 Cumartesi günü saat 14.30’da üretilmiş, biliyor muydun? Bir şey üzerine saati saatine bilgi olması çok ilginç ama bu güzellik de zaten olsa olsa kâğıt ve kitapla ilgili olmaz mıydı zaten! Bu kesin bilginin sahibi İzmit Kâğıt Fabrikası, Seka’nın kurucu müdürü Mehmet Ali Kağıtçı’ya ait. Fransa’da Grenoble Üniversitesi Fransız Kâğıt Mühendisliği Okulu’ndan mezun olduktan ve bir dolu maceradan sonra kâğıt üretimine giden yol başlıca bir yazı konusu… Mustafa Kemal Atatürk’ün deyimiyle “Medeniyet hamuru…” o kadar heyecanlandırıcıdır ki, Peyami Safa, 21 Nisan 1936 yılında Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde şunları yazmış: “18 Nisan bir kâğıt bayramı günü sayılmaya değer. Kâğıt bizim her şeyimizdir. Bütün bilgimizi onunla aldık, gene onunla veriyoruz. Kâğıdın aziz delaleti olmasaydı ne öğrenebilir ne de öğretebilirdik; ne haber alabilir ne verebilirdik. Kâğıt medeniyetin derisidir, İzmit Kâğıt Fabrikası’nda yeni Türk kültürünün nesci (dokusu) dokunuyor” Evdeyiz, okuyor muyuz? Kıymetini biliyor muyuz?

 

 

Tüm dünyanın tecrite gittiği şu günlerde işinden kopamayanlara; 1 Nisan 2005 yılında 104 yaşında ölen, cumhuriyetin tapu kadastrosunu kuran, 16 eski dil bilen, hayattaki tek kişi sıfatıyla “ölene kadar emekliliği yasak” olan Milli Savunma Bakanlığı uzman bilirkişisi, şair, İstiklal Madalyası sahibi Naci Tanrısever’den (Karamanoğlu Naci Bey) bahsetmek gerek! Tapu kadastro işlerinin, kaybolmaya yüz tutmuş dilleri bilen başka biri olmaması nedeniyle sekteye uğrayacağı düşünüldüğünden emekli olamamak… Bir düşün… İstesen de yaptığın işi bırakamıyorsun…

 

Evdesin, evde olmak zorundasın. Moralimizi yüksek tutalım, şakalardan vazgeçmeyelim. Öyleyse 1 Nisan’ı anmadan geçmek olmaz: Şaka deyince akla ilk gelen günle yazıyı bitirelim. Güzel günleri şakalaşıp, kitap okuyarak getirebiliriz belki!

 

İlk şakalar 1564'te Fransa’da yapılmaya başlanmış. Aynı yıl değiştirilen takvime göre, eski yılbaşı sayılan Nisan ayının 1’i, yerini yeni yılbaşı 1 Ocak’a bırakmış. Nisan’ın 1’inde yeni yıl kutlamaya alışmış olan halk ve yeni takvim uygulamasını beğenmeyenler, o günün anısına çeşitli şakalar yapmaya başlamış. Fransızlar da bu şakalara “Poisson D’avril” (Nisan Balığı) adını vermiş. Fransa’nın ardından diğer ülkelere de geçen bu gelenek 18. yüzyılda İngiltere ve İskoçya’da da yayılmış, oradan da ABD’ye taşınmış. ABD'liler bu günü 28 Aralık’ta kutluyormuş…

Tat

Evde kaldığı için kalabalık masaları özleyenlere bu kitap çok iyi gelecek!
“Tat” özellikle çocuklar için yazdığı Charlie’nin Çikolata Fabrikası ile tanınan ve yetişkinler için yazdığı 2 romanı ve 60’tan fazla öyküsü bulunan, 3 defa Edgar Allan Poe ödülüne layık görülen Roald Dahl’dan, pek çok ödül kazanmış Iban Barrenetxea’nın illüstrasyonlarına, bir solukta okunan güzel bir kitap… Çevirmen: Elif Ersavcı. İnka Kitap’tan…
Bir masanın etrafında yemek yemek için oturan 6 kişinin yaşadıkları, ortaya atılan bir iddia nedeniyle son derece heyecanlı bir biçimde anlatılmış. Bir şarabın tadımı özelinde ihtirası nedeniyle gözü kararabilen insanın ‘hep kazanacağı’ düşüncesinin doğurduğu sonuçlar, uzmanlığa saygı duymak gerektiği gibi de okunacakken sürpriz finaliyle ‘uzmanlık nedir?’ sorusunu da sorduran bir öykü…
Bu öykü, Dahl’ın en parlak öykülerinden biriymiş ve ilk kez 1945 yılında Ladies’ Home Journal’da, daha sonra da 1951 yılında The New Yorker’da yayınlanmış.
“Kazandığını biliyordu şimdi; galiplere mahsus bir tavır, sessiz bir kibir içindeydi ve gördüğüm kadarıyla sıkıntı çıktığı takdirde büsbütün çirkinleşmeye hazırdı.”
“Aşırı sıkılmış görünüyordu. Öte yandan, kelimeleri yaymasında, can sıkıntısında bir tuhaflık varmış gibi geldi bana: Gözlerine düşmüş şeytani bir gölge, bizden gizlediği bir niyeti varmışçasına sergilediği o hal, onu izlerken inceden tedirgin etti beni.”
“Aslını söylemek gerekirse borsa simsarıydı ve bu türden birçokları gibi, bu kadar kıt bir kabiliyetle bunca para kazanmış olmaktan bir nebze mahcubiyet duyuyor, hatta neredeyse düpedüz utanıyordu. Aslında bir bahisçiden -hem de dalkavuk, sonsuz saygı görse de ilke nedir bilmeyen, at yarışlarında defter tutan bahisçilerden- fazlası olmadığını içten içe biliyordu. Bu yüzden kültürlü bir adam olmanın, edebi ve estetik zevkler edinmenin, resimler, müzikler, kitaplar ve benzeri şeyler biriktirmenin peşindeydi.” Gerisi… Oku, dünyanı değiştir! • Can Kazaz’ın “Yalnız Ölmek” şarkısından…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.