Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Toplum fragmanlarından öyküler yaratmak


Şahane
Toplam oy: 777
Bir Kaplumbağanın Bir Sincabın Boynunu Isırması'nın siyasi metinlerden bile daha politik bir tavra sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Günümüzde Türkiye toplumunun yaşadığı kriz ve sıkıntıları dile getirmeyi, bunlarla başa çıkmayı, hatta karşı koymayı başaramıyoruz. Yeri geliyor, bu karşı koyma çabasının hakkını veremediğimiz zamanlar da oluyor. Süreyyya Evren bu çabanın üzerine son zamanlarda yoğun biçimde eğilmiş durumda. Son birkaç kitabını düşünecek olursak, bunlarda toplumsal eleştiri dozunun hissedilir düzeyde olduğunu görebiliriz. Başbakanın Krallığı’ndaki muazzam politik ifşaat ve Tercüman’daki karikatürize edilmiş ve fantastik hale getirilmiş gündelik hayat detayları Evren’in yazdığı kurgulardaki merkezi temayı teşkil etmeye başladı. Bu anlamda bahsettiğimiz bu iki kitabı Bir Kaplumbağanın Bir Sincabın Boynunu Isırması’nın öncülü ya da habercisi olarak kabul edebiliriz.

 

Siyasete dokunan öyküler

 

 

On üç öykünün bulunduğu kitapta her bir öykü diğerinden son derece farklı ve yenilikçi bir ufka sahip. Evren’in dili kullanmadaki (ki buna altüst etme de diyebiliriz) becerisi çeşitlilik açısından son derece tatmin edici ve kitabı okurken okuru heyecanlandıran bir niteliğe sahip. Evren’in bunu neredeyse kusursuz bir biçimde başarmasının ardında, türler arasındaki geçişliliği artırması, açık kapı politikası uygulaması yatıyor. Bir öyküde roman tadı, diğerinde şiir tadı, ötekinde öykü tadı bulabiliyoruz; Evren tabii ki didaktik tadı da bizden esirgemiyor.

 

Evren’in öykülerindeki karakterler genelde kendi başlarına bir işe kalkışmaz, olaylar karakterlerin başına gelir – daha doğru bir ifadeyle, “musallat olur.” Kitabın belki de en sürükleyici öyküsü diyebileceğimiz “Evsel Dönüşüm”de de durup dururken öykünün kahramanının kapısını değiştirmek üzere Evsel Dönüşüm görevlileri gelir. Çünkü evin kapısı Yüksek Türk Hayat Standartlarına uygun değildir. Belediye görevlileri de zaten pek bilgi vermeden evin kapısını yıkarlar. Bununla da yetinmeyip evin her köşesini bir anda toplumsal ilerleme adına dönüştürmeye başlarlar. Karşı çıkmak, direnmek ve örgütlenmek de aslında pek fayda etmez. Bu öyküde günümüz kent yaşamının en temel sıkıntılarıyla, bu sert gerçeklikle rahatlıkla yüzleşebiliriz: Teklifsiz yapılan kentsel dönüşüm, dayatılan yeni yaşam tarzı ve bunlara karşı ortaya koyduğumuz tepkilerin şiddet yoluyla bastırılması. Öykülerin günümüz gerçekliğinden beslenmesi Evren’in sadece “Evsel Dönüşüm” öyküsüyle sınırlı kalmıyor, bütün kitaba yayılıyor. O yüzden biraz iddialı bir biçimde Bir Kaplumbağanın Bir Sincabın Boynunu Isırması’nın siyasi metinlerden bile daha politik bir tavra sahip olduğunu söyleyebiliriz.

 

Gelgelelim, Evren’in belirli bir politik noktaya takılıp kaldığını söylemek haksızlık olur. Nitekim kitapta çok katmanlı bir yapı söz konusu ve böylelikle okura farklı politik veçheleri sunabiliyor. Mesela, “Evsel Dönüşüm”de kent ve kentlilik temasıyla zirvede olan bu politik tavır, “Aksaray Burası Mı?” başlıklı öyküde kent ve göçmenlik ilişkisiyle vücut buluyor. Kentin öteki olanları nasıl kusmaya çalıştığını, onlara nasıl bir hayat sunduğunu Aksaray semti üzerinden anlatıyor. “Dört Adımda Bir Gözaltı” toplumsal paranoya ve de facto gözaltı halini anlatırken, “İki Yeni Arkadaş Nasıl Öykü Yazar” arkadaşlık, güven ve Hrant Dink üzerinden kitaba farklı bir boyut kazandırıyor.

 

Hiper-gerçekliğin öyküleri

 

Evren’in dili kullanma kabiliyeti onun öykülerini güçlü kılıyor. Dili kullanmak derken, dille oynamayı, dili zenginleştirmeyi ve gerektiğinde tırpanlamayı kastediyorum. Onda ironiyi ve sarkazmı en radikal haliyle bulmak mümkün. Ancak bunların salt kelime oyunlarına dayanan bir yapıda olmadığını ve çok sayıda gönderme içerdiğini belirtmek gerek. Bu şekilde Evren, farklı türleri rahatlıkla bir arada kullanıyor. Dili altüst edici biçimde kullanıma örnek olarak, şiirsel bir anlatımın seçildiği ve yukarıda bahsettiğimiz politik duruşu net bir biçimde ortaya koyan “Natsidürk’te Bahar” başlıklı öyküyü verebiliriz. Bunun yanı sıra kitaba adını veren öykü dilin sınırlarının zorlandığı, yer yer de şiirselleştiği bir okuma deneyimi sunuyor. “Thomas Pynchon İstanbul’da Kayboldu” ise bir haber metnini, öyküyü ve köşe yazısı formunu bir araya getiren bir örnek. 

 

“Evsel Dönüşüm”ü bir kenara bırakacak olursak kitaptaki en heyecan verici öykünün “Jo Shapcott’un ‘Akrep’ Şiirindeki Annemin Ölümü Temasının Kafka’nın ‘Dönüşüm’ü ile Karşılaştırmalı Bir Okuması” olduğunu söyleyebiliriz. Akademik formatla öyküye yedirildiği, ikisinin imkansız birlikteliğinin ustalıkla sağlandığı bu metinde Evren yer yer ders anlatırmış gibi, yer yer de sohbet edermiş gibi bir üslup takınıyor. Özeti, anahtar kelimeleri, atıfları ve kaynakçası bulunan bu öykü okuru farklı ufuklara yelken açmaya davet ediyor, okura (elbette, muhtemelen pek çok yazara da) cesaret veriyor.

 

Bir Kaplumbağanın Bir Sincabın Boynunu Isırması okura günümüz gerçekliğini farklı bir gerçeklik perspektifinden anlatan bir kitap. Fakat bunun adını koymak kolay değil. Düşlemsel olduğuna şüphe yok ama fantastik bir dünyaya kaçmamıza izin vermiyor. Gerçekdışı diyebileceğimiz öğeler mevcut ama absürdün dışına taşmamaya özen gösteriyor. Yer yer büyülü gerçekçiliği hissetmek mümkün ama ona bu etiketi vurmak zorlama olabilir. Kendi payıma, Evren’deki gerçeklik sorunsalını edebiyat dışından bir kavram ödünç alarak tanımlayabilirim: Hiper-gerçeklik. İnternetin hiper-gerçekliğinin günümüz imgeleminde açtığı ve kapatılması pek olası görünmeyen yarığa benzer şekilde, Evren de gündelik dilimizin yarattığı gerçekliğe bir yarık açıyor. Dille ifade edilemeyenleri, dille ifade edilmeye direnen şeyleri ve dille ifade edilmemiz istenmeyen şeyleri kendisine konu ediniyor ve bunları anlatıyor. Bu yüzden de Evren’in kurduğu gerçeklikte kullandığı dil bir yandan ironikliğiyle tekinsizlik hissi yaratırken, öte yandan gerçeğe sıkı sıkıya bağlı kalma çabasıyla da rahatsız edici bir hal alıyor. Bu anlamda Bir Kaplumbağanın Bir Sincabın Boynunu Isırması yarattığı hiper-gerçeklik düzleminde toplumsal ve siyasal sıkıntılardan bir çıkış yolu sunuyor.

 

 


 

* Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.