Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tüccarlar



Toplam oy: 1183
Joel Pommerat
Mitos Boyut Yayınları

Fransız tiyatrosu ve çağdaş yazarları günümüz dünyasının hem tektipleşmiş gündelik yaşamının hem de evrensel ‘saçmalık’larını ne kadar eleştiriyorlar buradan takip etmek oldukça güç ama bir yazar var ki her yazdığı o saçmalığa iyice bir dokunuyor. İşin doğrusu, yazmadıkları asıl dokunan. Joél Pommerat yazar olarak boşluğu, yönetmen olarak sözsüzlüğü esas anlatım aracı olarak kullanan bir tiyatro insanı. Eleştirisi daha çok söylenenler arasındaki söylenmeyende. Sahneye koyduğu oyunlarında da, yazılı metin rol kişisi tarafından oynanırken diğer oyuncular kendi rolleri için sözsüz bir oyun çıkarmak zorundalar. Buradan yola çıkarak, Pommerat’ın ilk derdinin eleştiriden çok söz’le ilişkisini çözümlemek olduğu da ileri sürülebilir. Söz’ün gösterilebileceğini ve tiyatro sahnesinde onun da gösterilmesi gerektiğini düşünüyor çünkü. Bunu yapabilmek için de tiyatronun tüm olanaklarını kullanıyor, sınırlarını zorluyor, orada olduğu halde olmayanı arıyor sahne üzerinde. “Ben yazarım. Sözcüklerin ve anlamların yazarı. Ve gerçekten bir yazar olmak için ilk başta bir yönetmen oldum” diyen, sahnede bulunanı metne, metinde bulunmayanı sahneye taşıyan bir arayıcı o.

Tüccarlar’da da arayışını sürdürüyor Pommerat. Oyunuyla, seyircinin ve okurun onunla birlikte günümüz toplum ve bireyinin “gerçekler”inin peşine düşmemizi istiyor. Ama nedir, son günlerde iyice kayıplara karışmadı mı gerçek? Nerede olduğunu kestirmek güç ama ortadan yok edilmesinin sözün gücüyle becerildiği ortada. Ancak sözle sulandırılabilirdi çünkü, yine sözle saptırıldı ve yok sayılarak görünürden kaldırıldı. Gerçek olmayanlar gerçekmiş gibi sunulurken, gerçekler kabul edilmesi güç kâbuslar halini aldı. Söz de gerçek de bulanık artık. Belki de bu yüzden sözü göstermeyi seçiyor yazar. Gerçek kadar sözün de doğrulanmaya, tamamlanmaya, hatta hakkında kuşku duyulmaya ihtiyacı var. Oyuncu, sahnenin ışık, ses gibi tüm ögeleri, kargacık burgacık işaretlerin yanyanalıkta anlam kazandığı yazının, insan bedeninde titreşip çarpışan tuhaf seslerin bir araya gelince varlık bulduğu sözcüğün, okurun ve seyircinin el birliğiyle.

“Şu an duyduğunuz ses
benim sesim.
Boş verin şimdi neredeyim nereden konuşuyorum
hiç önemi yok, inanın.
Burada gördüğünüz benim,
işte benim şimdi ayağa kalkan
konuşacak olan benim…
işte, konuşan benim…”

Kalabalık oyunda konuşan tek kişi o, Kadın. Hayatından bir kesiti anlatırken neler anlatmıyor ki? Kadın’la birlikte Arkadaş’ını da izliyoruz oyun boyunca. İş bulamadığı için yakınlarının yardımıyla ayakta duran ama herkesin oturduğundan daha pahalı bir evde oturan bir arkadaş. Horlanan, ezilen ama aile ve arkadaşlık bağlarıyla gene de bir şekilde kollanan. İşi var Kadın’ın, sevip sevmediğini sorgulamadan kaybetmekten ölesiye korkuyor. Sırtındaki korkunç ağrılara rağmen çalışmaya gittiği bir işyeri var. İş arkadaşları gibi onun için de, ömrünü verdiği fabrikada üretilen silahlarla bombaların nereye verildiği önemli değil. İş etiği diye bir şey aklından bile geçmiyor. Buraya kadar boşlukları doldurmaya başlamış olmalısınız. Dünya barışı için yapılan önleyici savaşların hangisine acaba diye sormuyor elbette kadın. Ama yazar da okur da soruyor.

Tüccarlığın da görüneni görünmeyeni var. Kendini kandıran, kendini kandırmayan, kendini kandırmadığı gibi bir de yanlışı doğru diye satabilen tüccarlar. Bir kaza yüzünden işyeri kapatılan Kadın ve etrafındakiler bir çare aramak için bir araya geldiklerinde, Arkadaş’ın üst kat komşusunun gösterdiği iyi bir örnek bu gerçeğe: Kimi onlar gibi zamanını satıyor kimi kendisi gibi bedenini. Hatta onunki satış bile değil, sadece birkaç uzvunu kiraya veriyor bedeninin; benzer iş yaptıklarından onların sıkıntısını çok iyi anlıyor ve yürekten paylaşıyor. Ama onlar aralarından kovdukları üst kat komşusunu hiç anlamıyorlar. Zaten Politikacı da söylediğine göre bazı satışlar etik olsun olmasın meşrudur. 

“Çalışmak bir haktır, evet ama
bir ihtiyaçtır da,
bütün insanlar için.
Hatta
bunun
ticaretini
yaparız biz.
Çünkü bununla hayatımızı kazanırız.
Tüccarlara benzeriz hepimiz.
İşimizi satarız.
Zamanımızı satarız.
En değerli olan şeyimizi
Ömrümüzü.
Hayatımızı.
Bizler kendi hayatlarımızın tüccarlarıyız.
Ve işte güzel olan bu,
soylu olan bu, saygıdeğer olan bu
ve aynanın karşısına geçip de
kendimizi gururla seyretmemizi
sağlayan
bu...”

Bireyin kendisiyle ilişkisi, aile ve toplumla olan bağları, arkadaşlık ve akrabalık yükümlülükleri, ölüleri ve ölülerle iletişimi, aşkın marazi halleri, evlat dahil sahip olma ve kurban verme sorunsalı, savaşlar, silah fabrikaları, medyanın çokyüzlü gücü, politikacının bin bir taklası… Tüm bu gerçekler arasına Pommerat’ın ironik kalemiyle bıraktığı boşluklar oldukça trajik.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.