Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Üçüncü sayfa haberinden romana



Toplam oy: 1141
Seray Şahiner
Can Yayınları
Yaşanan tüm trajedilere rağmen Leyla'nın ironik ve kara kara güldüren bir anlatıcı olması, romanı okunur kılan birkaç özellikten biri.

"Kol kırılır, yen içinde kalır." Dışarıdan reklam filmlerindeki kadar mutlu mesut görünen ailelerin "içini bilemezsin" denilen içi deşildiğinde, karşımıza çıkanlar, yine bu güzel atasözümüze işaret eder. Burjuva olsun, işçi sınıfı olsun bütün aileler Tolstoy'un Anna Karenina'sının efsanevi başlangıç cümlesi gibidir. "Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." Bu mutsuzluklar özellikle geleneksel toplumlarda konu komşudan itinayla, allana pullana saklanır. Zaten konu komşu dediğin de yarın öbür gün "iyilik yapayım derken sen suçlu olursun" düşüncesiyle çok da meraklı değildir başkalarının aile işlerine karışmaya. Aile içindeki mutsuzluğun nedeni ve cinsi ne olursa olsun, başta aile büyükleri, dışarıdan görülen mutlu aile tablosuna halel gelmesin diye bin dereden su getirir. Neden? Çünkü aile kutsaldır. Her şeyiyle pür ü pak, güzide toplumun en pür ü pak, en güzide olması gereken çekirdek birimidir. Kadının dayaktan gözleri mi morardı, o fondötenler sürülmeli, her zamanki gibi misafirlere çay demlenmeli, börekler açılmalıdır; erkek ortalarda görünmüyor mu "Babamız bu aralar çok çalışıyor," deyip geçiverilmelidir. Peki ya bu mutsuzluklar olur da kutsal aile çemberinin dışına sızıverirse? İşte o zaman, gazetelerin üçüncü sayfa haberleriyle karşı karşıya kalırız. Gazetelerde üç beş satırlık yer kaplayan aile içi dehşet haberlerine üzülsek de aklımıza kendi "kutsal" ailemizde böyle fenalıklar olmadığı düşüncesini getirir rahatlarız, sonraki sayfaya geçeriz.

 

Gelin Başı ve Hanımların Dikkatine adlı öykü kitaplarıyla tanıdığımız Seray Şahiner'in daha önceki kitapları gibi yine Can Yayınları'ndan yenilerde çıkan romanı Antabus bizleri üçüncü sayfada karşılaştığımız aile içi dehşet haberlerinden birinin satır aralarına buyur ederek karşılıyor ve tanıklık ettiğimiz dehşet, romanın kendisi oluyor. Şahiner, bir üçüncü sayfa haberini temel aldığı gibi, kitabının başında Serap Uluyol'un "... Kızı" adlı hikayesinden esinlendiğini de belirtiyor. Görüldüğü üzere esin kaynakları çeşitli olan roman, taşradan "taşı toprağı altın" düşüncesiyle İstanbul'a göç eden alt gelirli bir ailenin Leyla adlı kahramanının dünyasını ele alıyor.

 

Leyla, en kısa zamanda başlarını koyacakları kendilerine ait bir dam edinmek için çabalayan, şımartılması mübah erkek çocuklarla dolu bir ailenin biricik kızı; ama ne kadar "biricik" olduğu elbette bir ironi konusu. Bir tanıdık aracılığıyla bulunan konfeksiyon atölyesindeki işine gitmek dışında evden çıkması olay, hakkında çıkan en ufak haksız söylenti üzerine babasından ve erkek kardeşlerinden dayak yemesi kaçınılmaz. Evin "biricik" kızına arka çıkması gereken annesi "kol kırılır yen içinde kalır" mottosunun başlıca aktörü ve Leyla'nın ailenin erkeklerinden gördüğü psikolojik ve fiziksel şiddete engel olmaktan uzak. Leyla hayatına ek bilgileri televizyondaki kadın programlarından, reality show'lardan, evlilik programlarından öğrenmek zorunda.

 

Leyla, ona evden uzak kalma fırsatını veren maaş bordrosuz işinde, konfeksiyon atölyesinde de bağımsız sayılmaz çünkü mevki edinerek overlok bölümüne geçene kadar çömez muamelesi görecek. Genç kız ilk aşkıyla konfeksiyon atölyesinde tanışıyor tanışmasına ama o hep hayali kurulan pembe panjurlu mutlu aile yuvasına kavuşamıyor maalesef. "Bir akşam gene bizimki gelmiş, içiyor..." diye başlayan cümleler kurmak zorunda kalıyor. Gördüğü şiddet yüzünden belli aralıklarla hastane odalarını ziyaret ediyor; hemşirelerden, refakatçilerden arkadaşlar ediniyor. Hastanede ve veli toplantılarında gördüğü, onun sınıfından olmayan şanslı kadınlarla ister istemez kendisini kıyaslıyor. Depresyondan çıkmak için evde biriken pisliklere şişe şişe çamaşır suları döküyor. Pislikler "kıvrıla kıvrıla" ölse de evin içindeki mutsuzluk zerrelerini hiçbir çamaşır suyu temizleyemiyor. Hayır, romanla ilgili sürpriz gelişmeleri içeren herhangi bir bilgi, namı diğer "spoiler" vermiş saymıyoruz kendimizi. Zira gerek şimdiye kadar anlattığımız hikaye, gerekse hikayenin geri kalanında olanlar, yazının başında değindiğimiz üçüncü sayfa haberlerinin olduğu kadar 1970'lerde, 80'lerde VHS'lerde ağlaya bayıla izlediğimiz arabesk filmlerinin konusu. Hani şu namuslu işçi kızın patron ya da bizzat sevdiği adam tarafından namusunun lekelendiği ve kaderin bir daha asla yüzüne gülmediği kadın hikayeleri. Evet, fonda çalan Bergen ya da Küçük Ceylan'ı siz de duymuş olmalısınız. Üçüncü sayfa haberlerinin satır aralarını ise, her yıl binlerce kadın cinayetinin işlendiği bir ülkede yaşadığımız için doldurmak pek zor değil. O halde, romanda Leyla'nın başından geçenlerden ziyade Şahiner'in bu tanıdık hikayeleri nasıl bir üslupla anlattığına odaklanmakta fayda var.

 

Kitabın arka kapağındaki tanıtımda yer alan şu cümleler romanın dili hakkında bize epey fikir veriyor: "Hani kadınlar çocukları olsun diye gezmedik doktor, türbe bırakmıyorlar ya... Akılsızlar! Bırakın olmuyorsa olmuyor, ille doğurup ne diye sabinin de hayatını karartıyorsunuz?" Bu isyan dolu, gerçekçi cümle, hayal ve umutlarıyla şiddetle çatışan bir hayatı yaşamak zorunda kalmış bir kadının, içinde bulunduğu sınıf da düşünülecek olursa, kuracağı türden cümleler. Leyla hayatı öğrendiği televizyon programlarındaki mağdur kadınların, arabesk bir dünyanın terminolojisiyle konuşuyor ki bu durum romana gerçeklik hissi katıyor. Çekinmeden küfrediyor, kahrını dile getiriyor doğallıkla; orta ya da üst sınıftan bir yazarın bir varoş kadının dilini yakalamadaki beceriksizliği yok karşımızdaki anlatıcı seste. Çocuğunu okula göndermiş, ortalığı toplayıp bir güzel çayını demlemiş, size bir bardak ikram ettikten sonra kendisi de çayını içerek yaşadıklarını içtenlikle sizinle paylaşan bir ben anlatıcı var karşımızda. Edebiyat eleştirmenlerinin "kadın dili" diye ortalığı velveleye verdikleri hassasiyet noktasını yakalıyor Şahiner. En son Murathan Mungan'ın Yüksek Topuklar'ı ve Hatice Meryem'in Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun'unda başarılı örneklerini gördüğümüz bir "kadın dili hassasiyeti" söz konusu.

 

Leyla'nın adının geçtiği üçüncü sayfa haberinin satır aralarına okuyucuyu davet ederek bir nevi çerçeve anlatı olarak romanını kurgulayan Şahiner, geçmişe dönerek, bugünle geçmiş arasında gidip gelerek, "Leyla, masa başında çay içerken bize yaşadıklarını anlatıyor" hissini kurgusuyla da vermiş oluyor. Bu masa başı sohbetin ayırt edici bir özelliği de yaşanan tüm trajedilere rağmen Leyla'nın ironik ve kara kara güldüren bir anlatıcı olması ki bunun romanı okunur kılan birkaç özellikten biri olduğunu söylemek gerekiyor. "Romanı okunur kılan" ifadesi, Antabus'un kayda değer özelliklerinden bahsettikten sonra kulağa çelişkili gelebilir ama dil ve kurgu bir kenara bırakıldığında roman, konusu ve eski Türk filmlerini, arabesk ve üçüncü sayfa haberleriyle harmanlayan haleti ruhiyesiyle son zamanlarda genç Türk yazınında, popüler kültürün mevzubahis öğelerinden faydalanan ve sıkmaya başlayan diğer örneklerle aynı kulvarda yer alıyor. Yazarların öncelikle en iyi bildikleri hikayeleri anlatmaya çalışmalarında fayda var ama bu hikayeler tekrara dönüştükçe insanın yeni yapıtlardan umudu keserek dönüp dönüp klasikleri okuyası geliyor.

 

 


 

 

Görsel: Dilem Serbest

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.