Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Uzanmış Koca Burun Açık Denize Doğru"



Toplam oy: 1503
Ertuğ Uçar
Yapı Kredi Yayınları

Uzanmış koca burun açık denize doğru,
Lacivert ve gri gecenin değerinde.
Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi,
Deniz Feneri parlar,
Talihe aldırmadan kayalar üzerinde.
(...)
"Deniz Feneri", Fazıl Hüsnü Dağlarca


Ertuğ Uçar ismi, zamanında Hayalet Gemi dergisini takip edenlere aşina gelecektir; Uçar, derginin "deniz feneri" başlıklı bölümüne zaman zaman katkıda bulunmuştu ve bir yazısı da günümüz deniz fenerlerinin kökeni kabul edilen İskenderiye Feneri hakkındaydı. Dolayısıyla, 2007 yılında Alef Yayınevi tarafından yayımlanan Yalnızlığın 17 Türü isimli kitabını, kendisinden beklenen bir kitap olarak nitelendirebiliriz. 

En basit anlamıyla, denizcilere geceleri ya da sis gibi zorlu şartlar altında yol göstermek, onları ikaz etmek üzere inşa edilen deniz fenerleri farklı yaklaşımlarla çokyüzlü bir çehreye kavuşur ve en çok da, yerleşim yerlerinden uzakta, sarp kayalıkların tepesinde ulaşılması zor oluşlarıyla, kimsenin çevrelerinde neler olup bittiğini bilemediği, duyamadığı mekânlar olarak yalıtılmışlığı, yalnızlığı simgelerler. Bu sebeple sinemada, edebiyatta sıklıkla gerilim unsuru olarak kullanılmışlardır ya da duygusal öykülerde... Ertuğ Uçar da merkezinde deniz fenerlerinin yükseldiği Yalnızlığın 17 Türü isimli kitabında, adından da anlaşılacağı gibi, öykülerini yalnızlık teması çerçevesine oturtmuştu. Kitaptaki her öykünün başında, Ertuğ Uçar'ın kendi çizgileriyle Türkiye'deki bir deniz fenerinin çizimi vardı, ama öyküler söz konusu deniz fenerinin değil, bir anlamda bütün deniz fenerlerinin, deniz fenerlerinde yaşananların öyküleriydi. Bu on yedi öyküde sessizce edilen gevezelikleri, Dino Buzzati'nin Tatar Çölü romanındaki Giovanni Drogo misali "dıştaki dünya"dan bir iz bekleyenleri, görev ve sorumlulukların yalnızlığın tek tesellisi haline gelmesini, küçücük pencerelerden görünen "aynı dalgalara her gün değişik isimler, aynı denize her gün değişik sıfatlar" bulunuşunu okumuştuk ya da artık otomatik sistemlerle donatılmış bir deniz fenerinde, elde kalan tek hatıranın fenerin kurulduğu zamanlar olmasını... İlk görüşte o daracık kulelerde birlikte yaşayanların nasıl yalnız kalabildiklerini merak edenlere "dikey yaşamları" anlatıyordu Uçar.
 

Ertuğ Uçar, geçtiğimiz aylarda Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer isimli kitabında da deniz fenerlerinden vazgeçmemiş, ama bu sefer hem içerik hem de yapı olarak daha "geniş" bir kitapla karşı karşıyayız. Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer'de çizimlere rastlayamıyoruz belki ama, Ertuğ Uçar, kaleme aldığı giriş yazısıyla hem kendisinin deniz fenerleriyle olan ilişkisini anlatmış hem de onlarla ilgili bilgiler vermiş. Ayrıca kitabın son sayfalarında da, "kaynaklar" bölümünün yanı sıra öykülerin ardından “bir fener görmek iyi olacaktır,” diyenler için yazarın yedi gezi önerisi de yer alıyor. (Öneriler arasında, 2009 yılında Yücel ve Hacer Sayman'ın, Kıyı Liman İşletmeleri Müdürlüğünden kiraladıkları Çanakkale Ayvacık'taki Sivrice Deniz Feneri de var. Sivrice Deniz Feneri artık, dünyanın ilk deniz feneri araştırma kütüphanesi niteliğine sahip.) Benzer bir "genişleme" içerik açısından da geçerli. Deniz fenerlerini anlatmak için –"yalnızlığı" yine de unutmadan– "karanlık ve teknelerden, kazalardan ve fırtınalardan, bekçilerden ve yağmacılardan, İstanbul'dan ve geceden" de konuşmanın gerekli olduğunu vurgulayan Uçar, kitabındaki öyküleri de bu başlıklar altında bir araya getirmiş. Bir anlamda, deniz fenerlerinin pencelerinden ya da balkonundan neler göründüğünü aktarıyor; öykülerden bu sefer fenerlerin içindeki hayatlar değil, yıldızsız okyanus gecelerinde gizli olan gerçek “karanlık”, yavaş yavaş indikleri diplerde denizaltı yaşamına katılan “tekneler”, her denizcinin korktuğu ama çaresiz ve dumanlı bir umutla beklediği o “zaman”, fenerlerin camlarını titreten ve kule merdivenlerinin boşluğunda ıslıklar çalan “fırtına”, sisin derinlerinden gelen ve insanda ürpermeyle karışık bir yeniden duyma isteği uyandıran o tok “ses” ve bütün zamanların şahidi “Ay'ın parlaklığı” yansıyor. (Bu kitapta yazarın daha önce Hayalet Gemi dergisinde yayımlanan yazılarına da rastlıyoruz.) Genel olarak bakıldığında ise, her öykü –zamandan ve mekândan bağımsız– diğerinin bittiği yerden başlamış. Bu geçişlerde ansiklopedik bilgilerle karşılaşmamız ve "notlar"ın sıklığı, zaman zaman kimi metinleri öyküyle birlikte deneme türüne de yaklaştırıyor; hatta bu düzenin, kurgu-yarı kurgu şeklinde ilerlediğini söyleyebiliriz.

"'Tüm fenerler yalnızdır' diyerek kestirip atmamak gerekir. Bazıları daha yalnızdır. Yalnızlıklarının derecesi ve niteliği çoğu zaman en yakın karayolundan veya köyden uzaklığıyla ilişkilendirilemez. Belki de en yalnız fenerler kentlerin içinde kalakalmış olanlarıdır." Ertuğ Uçar'ın giriş yazısından alıntıladığımız bu cümleler –yalnızlığın derecesi bir yana– aslında tehlikeli bir yakınlaşmanın da göstergesi. 2003 yılı sonunda Novartis Kültür Yayınlarından, Aykut Tankuter (metin) ile Emre Ermin'in (fotoğraflar, röportajlar) ortak çalışması sonucu ortaya çıkan Yalnızlığın Işıkları Deniz Fenerleri isimli büyük boy, ciltli bir çalışma yayımlanmıştı. Deniz fenerlerinin Türkiye'deki kırk dokuz temsilcisinin fotoğraflar eşliğinde tanıtıldığı bu kitapta fenerlerin fiziksel, teknik özelliklerinin yanı sıra lojmanlardaki hayatlardan ve ilginç hikâyelerden de bahsediliyordu. Her ne kadar yıllar geçtikçe eski dönemlerde ulaşımı zor ve genellikle denizden olan fenerlerin kimine yollar, kimine şehirler yakınlaşmış olsa da Yalnızlığın Işıkları Deniz Fenerleri kitabındaki şu bilgiyle, sanırım hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da Türkiye'ye özgü bir örneğin mevcut olduğunu öğreniyoruz. Kitapta, Ordu Perşembe'de bir karayolu virajındaki Çamburnu/Vona Feneri, "yeryüzünde bir kara aracının çarpma ihtimali olan herhalde tek fener" olarak nitelendirilmiş.  

Ertuğ Uçar'ın Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer kitabındaki giriş yazısından bir alıntı daha yaparak bitirelim: "Günümüzde bazı ülkelerin fenerleri bekçisizdir. Onbeş yıl önce başlayan denemeler olumlu sonuç vermiş, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, İskoçya ve İrlanda'daki fenerler bu süreç boyunca otomatik hale getirilmişlerdir. (...) Yakında fener bekçiliği diye bir meslek kalmayacaktır. Ülkemizde gelenek olarak babadan oğula geçen bu mesleğin yok olacak olması üzücüyse de, böylesi teknolojilerle donatılmış bir çağda yetişkin bir insanın ıssız bir coğrafyada bir ampulün başında beklemesi gereksizdir." Deniz fenerlerindeki yaşam şartlarının nasıl olduğunu, elbette o işi yapanlar bilir, onlara sormak gerekir; ama her şeyin giderek "otomatikleşmesi," aslında insanın daha derin bir yalnızlığa gömülmesinin bir ifadesi olarak da okunabilir. Yalnızlığın 17 Türü kitabının yedinci öyküsünde Ertuğ Uçar; "Gelişmiş uydu teknolojileri tabii ki her şeyi söyler. Ama koordinatları, derinliği ve hava durumunu ekranlardan öğrenen kaptanın tedirgin gözleri yine de doğrulanmayı ister. Hava kararmaya yüz tutunca fener, ışığını bu ücra coğrafya da bir dolaştırdı mı herkes rahatlar, gemiler ışığın peşinden seğirtir," diye yazmıştı. Buradaki “ışık” kadar, bir moral değerin daha etkin olduğunu düşünebiliriz; o ışığı gören kaptan, orada birilerinin yaşadığını, yalnız olmadığını düşünerek de rahatlıyordur ya da deniz fenerindekiler o uzaktaki gemi üzerinde birilerinin olduğunu bilerek... Gerçi kim bilir, belki yakın bir gelecekte kaptanlara da gerek kalmayacaktır!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.