Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yazarın adaleti


İyi
Toplam oy: 884
Cinayet Sınıfı Başkanı; hareketli, cinayetli, adaletli...

Ayşe Erbulak’ın yakın bir zaman önce çıkan son romanı Cinayet Sınıfı Başkanı, çocukluklarında büyük travmalar yaşamış ve bunu aşamamış ve hayatlarını da bu unut(a)mayışın üzerine kurmuş üç kişinin hikayesi; tabii, her şeyin üstünü örten bir cinayetin söz konunu olduğunu da ekleyelim...


Çocukluk ve çocuklukta yaşananlar, hiç kuşkusuz, kişinin/kişiliğin gelişim süreci içerisinde gerek psikolojik gerekse fiziksel açıdan alabildiğine etkili bir dönem. Bu nedenle de yüzyıllardır üzerine düşünülen bir konu olmuştur. Ayşe Erbulak da romanının merkezine yerleştirdiği üç kişiyi “çocukluk” süreçlerinden itibaren ele alıyor; ve bu karakterler üzerinden çeşitli sosyal, psikolojik ve toplumsal konulara eğiliyor. Freud’un, “Çocuklar tümüyle bencildir. İhtiyaçlarını yoğun bir biçimde hissederler ve acımasızca savaşarak giderirler,” ifadesi, Erbulak’ın romanının kilidi gibi. Sanki her şey burada özetlenmiş. Roman boyunca çocukluğu anlatılan Ali, Elâ ve Gizem yaşamlarını kendi savaşları, cinayetleri ve ihtiyaçları üzerine kuruyorlar. Üstelik bu kuruluş süresince işin içine başka tanık(lık)lar ve meseleler de dahil oluyor.

 

Yaşananların tümü, bizzat yaşayan ve buna şahit olanlar tarafından unutulmaya çalışılır. Dosyalar kapanır, öğütler verilir ve her şey çocuğun bilincinden –daha sonra hatırlanmak üzere– tavan arasına kaldırılır. İşte Gizem’in yıllar sonra cinayet işlediği noktaya geldiğinde hissettikleri ve aralanan tavan arası... Daha önce kaldırılan ne varsa üzerinden geçilmek üzere ortaya çıkarılır, geçen sürece rağmen hâlâ aynı hislerin taşındığı görülür. Yazar, sıklıkla bu çocuğun o zaman öldüğünü, ruhunu kaybedip bedeniyle yoluna devam ettiğini söylüyor.

 

 

 

Roman boyunca öne çıkan hususlardan biri de, çocukların anne babalarıyla olan ilişkileri. Ali, anne babası trafik kazasında ölmüş ve uzak bir akrabasının yanına yerleştirilmiş; annesini kanser nedeniyle kaybeden Elâ, babası ve üvey annesi tarafından(?) büyütülmüş; Gizem’se çocukluk dönemini baskıcı bir anne ve pasif bir babayla geçirmiş. “Çocuklar başlangıçta ana-babalarını çok severler. Bir süre sonra onları yargılamaya başlarlar ve doğrusunu isterseniz, pek ender bağışlarlar,” diyen Oscar Wilde gibi, bu üç karakter de ailesiyle barışamaz. Bu barışamamaların kökeninde daha çocukken yaşanan tacizlerin ve hatta tecavüzlerin payı vardır. Ayşe Erbulak bu noktada güncel sorunlara da giriş yapıyor; çocuk istismarı gibi ya da Ali’nin anne babası üzerinden mültecilik gibi... 14 bölümden oluşan romanda Ayşe Erbulak, birçok meseleyi gündeme getirmiş ama romanın hacmi düşünüldüğünde böylesi önemli çok sayıda konunun bir arada ele alınması çeşitli aksamalara da neden olmuş açıkçası. Yaklaşık iki yüz sayfa içerisinde o kadar çok ciddi mesele işleniyor ki, zaman zaman sorunların kökenine yeterince inilemiyor.

 

Yazar adil olmalı mıdır? Yazar kime karşı adil olmalıdır? Yazar nasıl adil olmalıdır? Ayşe Erbulak, eserinde adalet konusunu özellikle göz önünde bulundurmuş. Yazarın adaleti bir anlamda romanın üzerinde bir gölge gibi dolaşıp duruyor. Erbulak, romanını ortaya koyarken karakterlerine şefkatle yaklaşmış, hepsine birbirine yakın oranda yer ayırmış ve eserini oldukça hareketli, cinayetli, adaletli bir şekilde bitirmiş.

 

 


 

 

Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.