Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yazmamayı Tercih Ederim



Toplam oy: 110
Enrique Vila-Matas kitabında hiç yazılmamış eserleri, yazmamış ya da yazmayı erkenden bırakmış yazarları anlatıyor. Salinger’dan Rimbaud’ya uzun bir değini listesi var Matas’ın. Kimisi, “artık kitap yazmanın sıradanlaştığından” dert yanarak yazmama sebebini açıklıyor kimi ise en büyük eserlerini genç yaşta vermiş olmanın talihsizliğiyle eline kalemi almıyor bir daha.

Bartleby ve Şürekâsı, adını “Yapmamayı tercih ederim” düsturuna sığınmış Melville’in unutulmaz karakteri Bartleby’den alıyor. Şürekâ, yazılmamış romanların, yazmayan yazarların romanı olarak değerlendirilebilir.

 

Aslına bakarsanız, Bartleby ve Şürekâsı hakkında bir yazı yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda, yapılacak en doğru şeyin yayın yönetmenine boş bir dosya yollamak olduğunu düşündüm: Yazamayan yazarlarla ilgili bir kitapla ilgili yazılacak en iyi yazı, bu olmalıydı, nihayetinde. Neyse ki bu düşünceden vazgeçmem uzun sürmedi.

Reddedilmiş kitaplar kütüphanesi
Antik çağlardan günümüze ne kadar eser kaldığı bir tartışma konusu. Geçtiğimiz günlerde “Günümüze ulaşan eserler, o dönem yazılanların sadece yüzde 1’i” minvalinde bir tweet görmüş ve araştırmıştım; net olmasa da bu rakam kimi araştırmalarda yüzde 3.5 olarak gösterilmiş, kimisinde ise yüzde 10’a kadar çıkmış. Her halükârda, iyimser bakacak olursak dahi, yüzde 90’lık bir kayıptan söz ediyoruz ki bu epey büyük bir rakam.
Enrique Vila-Matas ise kitabında hiç yazılmamış eserleri, yazmamış ya da yazmayı erkenden bırakmış yazarları anlatıyor. Salinger’dan Rimbaud’ya uzun bir değini listesi var Matas’ın. Kimisi, “artık kitap yazmanın sıradanlaştığından” dert yanarak yazmama sebebini açıklıyor kimi ise en büyük eserlerini genç yaşta vermiş olmanın talihsizliğiyle eline kalemi almıyor bir daha. Konuyla ilgili, Monterroso’nun yazdığı masal işi biraz özetliyor: Başarılı iki kitap yazan ve başka bir şey yayınlamayan tilki, kendisine gelen neden yeni bir kitap yazmadığı soruları karşısında, içten içe şöyle düşünür; insanların bir kitap daha yazmasını istemesinin gerçek sebebi, kötü bir kitap yayınlamasını görmek istemeleridir. Haliyle, tilki yeni bir kitap yazmaz.
Matas’ın kitabında beni heyecanlandıran şeylerden biri, Brautigan’ın kütüphanesinden söz açışı oldu. Amerikalı yazar Brautigan, Kürtaj kitabında hayali bir kütüphaneden söz eder. Yazılmış fakat yayınlanmamış, reddedilmiş kitaplardan oluşan bir kütüphanedir bu. Sonrasında, kütüphane, Pamuk’un müzesi gibi, Burlington’da kurulur ve reddedilen dosyaları raflarına birer birer yerleştirir.
Yine de Matas’ın kitabı, yayınlanmamasından çok, Bartleby tarzı “yazmamayı tercih etme” türünden, yazmayı reddeden yazarlara/yazar olmayanlara dayanıyor. Brautigan kütüphanesinin de, aslında tüm kütüphanelerin de dışında yer alan, hiçbir zaman yazılmamış o kitaplardan oluşan muazzam bir kayıptan söz ediyor Matas.
Asıl cevher yazmayanlarda
Kitabı okurken, herkesin aklına “Kitap yazsa ne güzel olurdu!” diye düşündüğü birkaç insan geliyor. Haliyle, kitaba eklemeler yapmak isterken buluyorsunuz kendinizi. Tek kitabını yazıp vazgeçmişler ya da bir masada veya kürsüde bir şeyler anlatırken dinlediğiniz, fakat asla fikirlerini yahut kıssalarını anlatılanlardan başka kimsenin bilemeyeceği o insanlardan oluşan bir ek yapmak istiyorsunuz kitaba. Fakat işi daha ilginç kılan, bu yazıyı okuyan okurun da kitabın eklerinden biri olabileceği. Yayıncılar bilir; yayınevlerine gelen yazar dosyalarının büyük bir çoğunluğu, çeşitli sebeplerden reddedilir ve yayınlanmaz. Fakat bir de hiç yazmayanlar vardır ki, belki de asıl cevher oralardadır; işte Matas’ın dev kütüphanesini oluşturanlar onlardır. Gerçek Bartleby’ler…
Bir şey daha söylemeli: Kâtip Bartleby’nin sonunda, bu gizemli adama dair tek bir ipucundan bahseder Melville; kâtibin asıl mesleğinden. Bartleby, rivayet o ya, sahipsiz mektupları imha dairesinde çalışmaktadır. Asla gönderilene ulaşmamış o mektupları okumak demek, onlarca hayata tanık olmak demektir de. Belki de Bartleby’yi farklı kılan, onu bir hikâyenin kahramanı kılan, onca hikâyeyi okumasıdır. Nitekim burada bir soru çıkıyor ortaya: Hikâye anlatanlardan mı olacağız, hikâyeye kahraman olanlardan mı? Sorunun cevabını bulmak okura kalmalı.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.