Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yeraltında birileri var


Gayet iyi
Toplam oy: 455
Cem Akaş
Can Yayınları
Cem Akaş’ın Tekerleksiz Bisikletler ve Sincaplı Gece kitaplarıyla başlattığı yeni yazımını merakla takip ediyor ve duyduğum rahatsızlıktan keyif alıyorum.

Şiddet, dijital evren, gerçeklik, din, adalet, cinsiyet, cinsellik… Distopya yazarlarının değinmeden geçmediği ve birbirinden dehşetengiz cevaplar sundukları konulardan bazıları bunlar. Ya yeni bir din dalgası her şeyi silip süpürürse? Ya o çok güçlü erkekler bir gün yok olursa? Ya paralel evrenler aslında paralel kalmak istemezlerse? Aklınıza takılan bir sorunun peşindeyken kendinizi bir yeraltı örgütünün karşısında buluyorsanız, tebrikler, bir Cem Akaş romanındasınız!


Cem Akaş, son romanı Y ile edebiyat dünyasının fitilini ateşlemiş görünüyor. Daha önce bir başka kitabına Suç ve Ceza ismini vermekten çekinmeyen(!) yazarı, “intihal”le suçlayanlar oldu; yeni romanı Y’nin hem çıkış noktasının hem de isminin bir çizgi romanla aynı olmasından yola çıkarak... Cem Akaş gerek kitabın içinde gerekse de yayımlanma sürecinde sosyal medyada gerekli açıklamaları çoktan yaptı. Buradan bakıldığında, yazarın kendisi bu spekülasyonlar sebebiyle kitabın önüne geçmiş görünse de, Y’nin herkesi kendi korkularıyla yüzleştireceğini söyleyebilirim.


Bin yıllar öncesinin korkularının genlerimizdeki izlerinin hâlâ silinmediğini çok iyi biliyoruz. Kadın egemenliğini egale etmeyi başarmış erkekler, bu iktidarı korumak için, bir zamanlar hükmetmiş olan herkes gibi kadınlar da iktidarı tekrar ele geçirebilmek için her zaman tetikte olacaklar. Merlin Stone’un Tanrılar Kadınken kitabında yazdığı gibi, “Yabanıl dönemde erkeğin gözünde kadın, her zaman insan olarak algılanmıştır. Erkeklerse ancak annelerle olan kan bağı sayesinde insan olabilmiştir.” Çünkü doğurmak, insanlığın başından beri kutsal kabul edilmiştir ve sonunda “doğa, kadınlardan yana ağırlığını koymuştur.” Çocuk doğurma kapasitesine sahip olan kadının –yapay rahimler kullanıma açılana kadar– dünyada ayakta kalan cinsiyet olma ihtimali çok yüksektir.


Dünyadaki savaşların, çekilen acıların, sömürünün, küresel ısınmanın, hatta etoburluğun bile erkek şiddeti kaynaklı olduğu varsayılabilir. En azından romandaki kadınlar böyle olduğuna inanıyor ve salgın sonrasında kadınların erkek doğuramaz hale gelmelerini fırsat bilerek gezegeni erkek denen “parazitlerden” arındırıyorlar. “On binlerce yıllık bir tahakküm ve gerilik döneminden sonra insanlık nihayet gerçek uygarlık ve ilerleme yoluna girmişken,” radikal feministler erkek sanatını bile tarihten silmeye çalışıyorlar ve her dönemde şiddetten uzak olan kimi insanlar bile –bu noktada kadınlar demeliyiz– yaşanan soykırıma açık açık ses çıkaramaz hale geliyorlar. Pek çok şey değişse de, “güç kullanan, üzerinde güç kullanılan ve gücü kutsayan denkleminde bir şey değişmiyor.”


Cem Akaş’ın Suç ve Ceza kitabında dediği gibi: “Öldürmek bir haktır – verilmez, alınır. Ancak hak edenler öldürebilir.” Sadece sonuna kadar gitmeyi göze alabilenler öldürebilir. Hitler, Cengiz Han, homo sapiens. Kişiler ya da şartlardan bağımsız bir kan açlığıdır bu. Gerçi Neandertallerin gen aktarımındaki bir bozulmadan kaynaklı olarak yeryüzünden silindiğine dair bir teori var. Ama azınlıkta kalanlara hayatın çok da kibar davranmadığını gayet iyi biliyoruz. Linç kültürü insanlığın en büyük kanserlerinden olmaya devam edecek gibi görünüyor ve belki de dişlerini en çok güçsüzlere batırıyor.


Kitap boyunca yazarın yaptığı göndermeler kimi zaman tebessüm ettiriyor, kimi zaman hüzünlendiriyor, kimi zamansa belli kitapları tekrar okumak ya da filmleri/dizileri izlemek için istek uyandırıyor. Romanın başkarakterleri Arendi, Constantine, İliada’nın oluşturduğu bu Helen üçgeninde, uygarlığın yeniden doğuşuna ya da insanlığın savaşının yeniden başlayışına tanık oluyoruz ve elimiz Homeros’a uzanıyor. Puanı düşünce hapse girme riski artan insanları görünce, Black Mirror’ın son sezonunu izlemediğimizi hatırlıyoruz. Operada erkek rollerinin kadınlaştırılmadan, olduğu gibi oynanıyor olması hemen aklımıza Shakespeare devrini getiriyor. K., zor zamanlarda ortaya çıkan Alice, yakın zamanda kaybettiğimiz Ursula LeGuin... O büyülü ortamda hiç kimse dışarıda kalmıyor.

Lütfen rahatsız olun

 

Her metninde özellikle suya sabuna dokunan, belki de bu nedenle herkesin okumaya yanaşamadığı; eksiltili metinleriyle dili bozan, kıran, kesen ve okuru boşlukları doldurmaya zorlayan Cem Akaş, bu sefer de her şeyi açıklamak istercesine üç anlatıcılı bir teknik kullanmasına rağmen içinizi kemiren soruların çoğuna cevap vermiyor.


Distopya yazarlarının özenle ve detaylı bir şekilde açıkladıkları üreme konusu örneğin, bariz bir şekilde havada bırakılıyor. Fakat geçtiğimiz yıllarda iki dişiden alınan yumurtalardan embriyo üretme çalışmalarının meyve vermeye başladığını ve hatta üç kişinin DNA’sının birleştirilmek üzere olduğunu takip eden okur için zaten cevap gayet bariz. Bu sefer de çocuk sahibi olmak için tıbbi bir süreç başlatmış, yani çocuk sahibi olmayı planlamış bireylerin çocuklarından neden vazgeçtiği, ortada neden bir evlat edinme sistemi olduğu sorusu ortaya çıkıyor. Çocukların günümüzde düşünülemeyecek haklarının varlığı, salt kadınlardan oluşan bir toplumda güvenliğin var olduğunu gösterse de, yetişkinlerin devlet tarafından sürekli denetlendiği bir toplumda çocukların bir hayli serbest oluşları gerçekçi gelmiyor. Fuhuş ve pedofilinin devam etmesi -hatta artmış oluşuysa- bazı sorunların erkeklerden değil, insanlığın kendisinden kaynaklandığını iddia eder nitelikte. Kadın eşcinselliğinin zorunlu hale geldiği ve “yeni normal” kabul edildiği durumlarda bile, aslında heteroseküel olan kadınlar, trans erkekler, erkek eşcinseller var olmaya devam ediyor. Y kromozomunun yokluğu erkekliği yok etmediği gibi, kadınların ve queer insanların üzerinde tahakküm kurmaya devam ediyor...


Kurgunun başka şekilde ilerlemesini, bambaşka bir son görmeyi ve yazarın 7 kitabı gibi daha “doyurucu” olmasını istesem de, Tekerleksiz Bisikletler ve Sincaplı Gece ile başlattığı yeni yazımını da merakla takip ediyor ve duyduğum rahatsızlıktan keyif alıyorum.

 

 

 


 

 

Görsel: Nora Yeksek

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.