Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yokluğun lehimi



Toplam oy: 1074
Orhan Koçak
Metis Yayınları
Orhan Koçak’ın eleştiri yöntemi üzerine bir dipnot.

Herakleitos, Hegel ve Marx üçgeninde geziniyor Orhan Koçak. Diyalektiğin içiyle bire bir temas kuruyor. Herakleitos’un diyalektiğiyle tartışmacı ve dönüşüme açık, Hegel’in diyalektiğiyle 'oluş'a hareket alanı açan, Marx’ın diyalektiğiyle de maddenin görüntüsüne odaklanan bir bakış açısıyla yapıyor bunu. Eleştirinin devinimini, bu üç filozofun ortasından geçiriyor.

 

 

Cümlelerindeki akışkanlığa sözcüklerin çatışmasını ekliyor. 'Zafer' ile 'yenilgi' sözcüklerini yan yana getirmek gibi. Karşıtlıkların yüceliğine soyunmuş bir algıyla hareket ediyor çoğunlukla. Oradan hükmetmeye çalışıyor metne. Bu yaparken de metni dağıtıyor. ‘Toparlarken dağıtma’ şeklinde bir tanımlama getirebiliriz eleştiri yöntemi için. Çünkü diyalektiğin aktığı mekan, karşıtlıkların varlık durumları üzerine konumlanıyor.

Diyalektik devinimini, üzerinde düşünülen her neyse onun kendisi ve kendisi olmamasıyla sağlar. Bir aynı ve değildir. Değişim ve başkalaşım, diyalektiğin ereğidir. Herakleitos, buna 'akmak' diyor. Sanırım Orhan Koçak’ın da yaptığı bu. Zihinsel atılımlarını, varlık bilgisiyle yan yana yürüterek bir oluşa geçiriyor. Tezini tersiyle çarpıştırarak. Akıtarak. Sarmal. Döne duran. Böylelikle eleştiriye durmayan ya da yerinde sayıklamayan bir alan açıyor.

 

 

 

 

Kopuk Zincir’den örneklerimi vereceğim:

Necatigil’de Arzu ve Teknik yazısında Necatigil’in şiiri için “hem yara izi hem de koruyucu zırh olarak kabuk” diyor ve aynı yazıda diyalektik çıtayı doruğa ulaştırarak devam ediyor: “Üzerinde giysi ama ısıtmayacak kadar ince, aldatıcı; hatırlamak ve aynı ayna unutmak, unuttuğunu hatırlamak; elde etmek ve yitirmek; hepsini, 'sanki' bile bile; sessizlik ve gürültü, sessizliğin 'gürültüye gitmesi'; bilmek ve 'sanki' gaflet; söylenecek gibi olup da söylenememiş söz ve yine de işitilmesi, işitilecek gibi olması; yavaşlık ve telafisiz hız; sıkışma, kilitlenme ve sonunda kadın dışarı bir garip ferahlama.”

 

 

Orhan Koçak, diyalektiğin olası bütün katmanlarını önümüze döküyor bu alıntıda. Var olan bir giysi ama ince oluş, hatırlayış ve unutuş, elde etmek ve yitirmek, sessizlik ve gürültü, yavaşlık ve hız, sıkışma ve ferahlık. Dikkat edilirse Necatigil’e getirdiği tanımlama gibi bir taraftan kendine dönük, içine eğilmiş; diğer taraftan dışa hükmetmeye çalışan bir yerden çalışıyor metne. Kabuğa hem yara hem de koruyucu vasfıyla yaklaşıyor. Metnin hal ve gidişini, oluşa sürüklüyor. Bunu yaparken de zıtlıkları karşı karşıya koyuyor.

İlhan Berk için şöyle diyor: “Hem ışıklı, aydınlıktırlar, hem de ilkçağ retorikçisi Halikarnassoslu Longinus’un Yüce Üzerine adlı metninde değindiği “her şeyi delip geçen şimşek çakımı”nın ışımasında yoksun görünürler. Burada iki sözcük, teziyle birlikte karşıtını anıştırır: aydınlık ve yoksunluk sözcüğü üzerinden karanlık. Yani ışımama, yani aydınlığını yayamama. Oluş, varlık durumunu tekrar diri tutar, karşıtına sahip çıkar.

 



“Çağıran ve uzaklaştıran bir şiirdi Ecenin’ki, uzaklaştırdığı için çağıran, vaadini hem gösterip hem geri çeken bir şiir.” Bu cümleler Ece Ayhan için. Diyalektik devinimin ana alterlerini görürüz bu cümlelerde. Koçak gene bizi kutupların yan yanalığına davet eder: çağıran ve uzaklaştıran, gösterip geri çeken. Burada olup da olmamak gibi. Akmak fiili, metnin katmanlarına sürüklüyor ve diyalektiğin dantelini örmekten yorulmuyor. Mehmet Taner şiirine uğrayıp “Tekinsiz bir ışık bu; son kertede, gelmeyişiyle, aydınlatmayışıyla iş gören” diyor. 'Gelmemek' ve 'aydınlatmamak' olumsuzlaması üzerinden 'karanlık' ve 'orada bulunma'ya diyalektik bir alan açıyor. Zıtlıkları başka bir kutuptan geçiriyor. Dağlarca’nın şiiri için kurduğu cümle: “… karşı olduğumuz şeyi kaydetmek ve ancak kaydederek hükümsüzleştirmek.” Bir şeyin olur’unu onun tersine dokunarak bir varlık kazandırmaktan bahsediyor Koçak. Bir karşı koyuş, bir kaydediş ve iki şeklin hükümsüzlüğüne temas etmek, başka türlü bir oluş mekanizması.  Diyalektiğin varyasyonlarına yeni adımlar deniyor ve “akma”yı hep diri tutuyor Koçak. İzzet Yasar için “tam ölemeyen bir ölüdür” diyor ve ekliyor: “battığı, boğulduğu suyun altından yukarı bakmaya ve lanet okumaya devam eder.” Alt ve üstten akan diyalektik sirkülasyon söz konusudur bu cümlelerde. Ölememe fikrinden bir ölü yaratır ve onu boğulmak iklimine dair bilgiye çağırır Koçak. “Savaşmadan yenilmiştir” der Yasar için aynı sayfalarda. Battığı yerden yukarıya bağıran özne, oluş’un her sarmalında yer almıştır. Batmak ve yukarıya bakmak arasındaki kutup, çarpışmanın bir aradalığı gösterir.

 

 

 

Haydar Ergülen’e dair “özne bu imkansız benzeyişe hem hayran kalmakta hem de bu hayranlıktan ürküp geri kaçmaktadır” der. Gene bir durumun iki kutuptan okumasını görürüz burada. Olmasını isteyip de orada bulunmamak. Diyalektiğin olası çelişkisi yine devrededir. Hakeza A. Kadir Budak için gördüğü cümle diyalektiğin direkt karnından konuşur: “bir zafer varsa eğer, mutlaka yenilginin de zaferidir bu.”

 

 

“Kahırda yücelmek” diyecek Enis Batur için. Burada 'yüce' sözcüğüne bir parantez açmak gerek. Koçak’ın eleştiri yönteminde 'yüce', bir omurgadır. Hem de vazgeçilmez bir omurga! İyi şairlerle her karşılaşmasında hissettiği budur. Metne her dalışında metnin öznesinin yapıp ettiklerini diyalektik oklarla 'şahika'lara fırlatır. Gökyüzüne bırakır metnin birincilliğini. 'Yüce' olanı sahibine teslim ettiği yerdir gökyüzü. Sonra aşağılara çeker. Aşağılar da önemli bir seviyedir, en az yukarı kadar. Fakat söylemini benzer olmayanın çekimine sürükler daima. Onu çemberde tutar hep, metninde gezindirir. Yorar bazen, bazen dinlendirir gibi yapar; ama her halükarda ilerlerken tökezleten bir yerde devindirir. Enis Batur için kurduğu cümle de böyledir. Bir yerde kahır diğer tarafta görkemli olanın izohipsini çıkarır gibidir. Sahibine iade edilen görkem, zıttını yaratarak ilerler. Mıknatıs yine devrededir. Kutbunu yaratarak çevrimselleşen bir yerde.

 

 

Koçak aslında hep bir Sisyphos dili yaratır metinlerinde. Yukarı çıkarır taşı ve tekrar aşağılara inmesini büyük bir hayranlıkla seyreder. Taşın diyalektik ağırlığı ya da kütlesi  arasında bir merkezkaç kuvveti uygular. Merkezden dışarı taşan ya da dışardan merkeze müdahalede bulunan. Her iki durumda da iki yönlü bir basınç vardır. Koçak bu basınçlar arasında mekik dokur adeta.

Negatif olanı nötrden geçirerek pozitife dönüştürür. Süzgeçten geçirme denilebilir bu. Tartıp eksilterek yapar bunu. Bağlantıyı kopma fikri üzerinden okur. Söylemi, toplayan ama aynı zamanda bölen, dağıtan, parçalayan bir yerdendir. Sınır ile sınırsızlık arasında sözünü topal bırakan bazen de dikleştiren. Arar ama bulamaz bir eda. Belli bir belirsizlikte bırakan. Taçlandıran sonra alaşağı eden. Yürüyen lakin yürürken de durmayı da yüceleştiren.

Hal ve gidişte çapraz bağlantılar dener Koçak. Helezonik akıntılar ve cephesel yağışlar. Direkt değildir okumaları. Kaygan bir zeminde sağlam yürümek üzerine kurar dilini. Metnine sahip olmak ister ama aynı zamanda onu yetim bırakmak. “Kopuk zincir.”

Ben buna ‘yokluğun lehimi’ diyorum.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.