Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yola yayan çıkmak



Toplam oy: 943
Werner Herzog // Çev. Ali Bolcakan
Jaguar Kitap
Mandalinalarla rastlaşınca mutlu olan, sülünlerle, ispinozlarla, koyunlarla, ineklerle, kedi köpekle yol arkadaşlığı eden Werner Herzog’a göre herkes yürümelidir.

Çocukken, ergenken, hatta zaman zaman yetişkinken sevginin gücünü anlatan hikayeler dinleriz. Benim çocukkenki sevgi hikayem dedemin yaşadığı gerçek bir olaydı. Dedemi tanıma şansım olmadığı için annemden dinlemiştim. Dedem annesi yerine koyduğu anneannesinin ölüm haberini aldığında, yaşadıkları yerden uzakta, daha büyük bir nahiyede ortaokulu okuyormuş. Haber ona geldiğinde, zamanın koşullarında eve acilen varmak için uygun vasıta bulamamış; haberin acısı ve şoku içinde, cenazeye ya da sanki ölüme yetişmek ister gibi, iki nahiye arasındaki otuz kilometrelik yolu koşarak kat etmiş. Bu yürüyüş, daha doğrusu koşma hikayesi kaybın acısını, sevginin gücünü ifade ediyordu benim için o zamanlar. Ortada fedakarlık yapacak bir amaç kalmamıştı, sadece acı vardı ve acıyı dağlamak için yollara vurulmuştu. 

 

Sevdiği birini hastalıktan kurtarmak için yürümek üzere yollara düşen Werner Herzog’un hikayesi bana çocukken birkaç kere dinlediğim bu anıyı hatırlattı ilk duyduğumda. Yönetmen Herzog, arkadaşı, tanınmış sinema eleştirmeni Lotte Eisner’in hasta yatağında olduğunu duyunca onu ölüm döşeğinden kaldırmak arzusuyla Münih’ten Paris’e yürümek için yola koyulur; Buzda Yürüyüş adlı kitap da bu yayan yolculuk sırasında tutulan notların bir derlemesi. 

 

Yönetmenin bu yürüyüşünden, kitabının Türkçede yayımlanmasından önce Rebecca Solnit vesilesiyle haberdar olmuştum. Solnit –Encore tarafından Türkçe baskısı hazırlanmakta olan– “Yürümenin Tarihi” adlı kitabında ünlü yönetmenin bu ünlü yürüyüşünü şu sözlerle yorumlar: “En görmüş geçirmiş kişiler bile hac yolculuğunun çekiciliğine kendilerini kaptırır. Dinin sağladığı üst yapının yokluğunda dahi, çileli yürüme deneyimi insana bir şeyler ifade eder. [Herzog] kısa ve öz yazılarında yürümekten, acı çekmekten, yolda yaşadığı önemsiz olaylardan ve çevresindeki manzaranın ayrıntılarından söz eder.”

 

Herzog’un yaptığı kelimenin tam anlamıyla yola çıkmaktır, gerçek bir yürüyüştür, doğanın içindedir. Onu “kanatlandıran,” yani bir bakıma özgürleştiren, hafifleten bir süreçtir sanki.

 

 

Solnit’in ifadesini kendi konuşmalarında Herzog da kabul etmiştir; bir tür hac yolculuğudur yaptığı ve bu hac yolculuğunda yalnızca çilecilik değil bir adak, bir dilek, bir dua vardır. Hacıların yolculuklarıyla ilgili haklı tespitinde Rebecca Solnit, “Hac yolculuklarının sportif faaliyetler olmamasının nedeni sadece çoğu zaman bedene eziyet etmeleri değil, aynı zamanda, insanların sıklıkla kendilerinin veya sevdikleri birinin sağlığına yeniden kavuşması amacıyla yola çıkmalarıdır,” der. Solnit yürümenin tarihini, türlerini, şeceresini ortaya döktüğü kitabında “bir amaç uğruna” yapılan yürüyüşlerle ilgilendiği kadar edebi kahramanların yürüyüşlerinde de odaklanmıştır. Beat Kuşağı’ndan Jane Austen’a varana dek edebi eserlerin içinde de yürütür okuru.

 

Yerli edebiyatta da yürüyen kahramanlara rastladığımız olur. Bunun ilk akla gelen örneği Aylak Adam. Ancak Aylak C. Bir şehir gezginidir, şehrin sokaklarında yürür, sokak adlarına takılır, pastanelerde mola verip vakit geçirir, garsonlara kulp takar ve vasıtalara da biner, yani aslında şehirlidir, hazzetmediği “eli paketliler”dendir. Daha yakın tarihli örneklerse, Ayhan Geçgin’in kaleme aldıkları... Örneğin Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş’ünde, “Tek düşünmem gereken bu, ileriye gitmek, çizginin sonuna varmak, belki çizginin sonundan, eğer varsa, öteki tarafa çıkmak,” diyen anlatıcı kahramanı hem şehirde hem de doğada, dağda gerçekleştirir yürüyüşünü. Kitap da “Şehir” ve “Dağ” olmak üzere iki simgesel adlandırmayla bölünmüştür.

 

Dere tepe düz gitmek

 

1974 yılının 23 Kasım-14 Aralık günleri arasındaki yürüyüşünün günlüğünü tutan Werner Herzog’un yürüyüşünün, biraz da yönetmenin hayal gücünün katkısıyla olsa gerek, rastladığımız diğer kurgu metinlerdeki kahramanların yürüyüşünden daha masalsı bir atmosfere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Herzog’un yaptığı kelimenin tam anlamıyla yola çıkmaktır, gerçek bir yürüyüştür, doğanın içindedir. Onu “kanatlandıran,” yani bir bakıma özgürleştiren, hafifleten bir süreçtir sanki. Masallarda gördüğümüz dere tepe düz gitmeleri hatırlatır onun yürüyüşü. Herzog da bizim halk hikayelerindeki kahramanlar gibi dağlar tepeler aşmış; Karlar Kraliçesi’ndeki Gerda gibi arkadaşı için yola çıkmıştır. Masal kahramanı Gerda’nın da, usta yönetmen Herzog’un da amaçları arkadaşlarını geri döndürmektir. 

 

Bir süre sonra Herzog için yürüyüşün kendisi, Eisner’i düşünmenin ötesine geçer. Notlarında onu ilk kez üçüncü gününde anar: “Lotte Eisner nasıl? Yaşıyor mu? Acaba yeterince hızlı ilerliyor muyum? Sanmıyorum. Etraf bomboş, Mısır’da yaşadığım o terk edilmişliğin aynısını hissediyorum. Eğer gerçekten ulaşırsam kimse bu yolculuğun ne anlama geldiğini bilmeyecek. Kamyonlar hüzünlü yağmurda geçip gidiyorlar.” Bu büyük bilinmezliğin yanında büyük bir dinginliktir sanki onu kollayan. Herzog, “Yürürken insanın kafasından o kadar çok şey geçiyor ki beynim zonkluyor,” der. Ancak yine de bu uzun yürüyüşte en önemli soru bir sonraki geceyi/günü nerede nasıl geçireceği, hangi rotayı izleyeceği, hava durumunun nasıl olacağıdır. Ve tabii Eisner. Esas meseleyse yolculuğun amacı olan Eisner’in sıhhati, afiyetidir. 

 

Mandalinalarla rastlaşınca mutlu olan, sülünlerle, ispinozlarla, koyunlarla, ineklerle, kedi köpekle yol arkadaşlığı eden Herzog büyülenmiş gibidir, en azından yazdıkları bizim büyülenmemize vesiledir. Ona göre herkes yürümelidir: “İleride görünen gökkuşağı bir anda müthiş bir özgüvenle dolduruyor içimi. Yürüyen kişinin üstünde ve önünde beliren çok önemli bir işaret bu. Herkes yürümeli.”

 

 

 


 

 

* Görsel: Tolga Tarhan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.