Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Zor yolların arabeskleştirilmemiş bir gün dökümü


Vasat
Toplam oy: 974
Joyce Johnson // Çev. Aydın Çavdar
Ayrıntı Yayınları
Joyce Johnson, kazıyor, kazıyor… Tam bir edebiyat arkeolojisi. Pür dikkat, neredeyse Kerouac’ın her bir kelimesinin ardına ayrı ayrı bakıyor.

En çok hangisi Jack Kerouac: Bir Beat prensi mi? Cinselliği, alkolle ilişkisi, “kötü” davranışları ile düşmüş bir melek mi? Aziz mi, manik depresif mi? Bir odada yapayalnız yazan bir adam mı sadece? Lowell Halk Kütüphanesi’nden kucak dolusu kitapla evine dönen çocuk mu hâlâ? Hiçbir zaman ulaşamayacağı evi nerede Kerouac’ın?

 

Jack Kerouac’ın Yalnız Hayatı’nı 1951 yılı Kasım’ında bitiriyor Joyce Johnson. Kerouac, Visions of Cody’nin giriş bölümlerini yazarken yani. Zirvedeyken. Çöküşünü, arabeskini başka karaağızlara bırakıyor, Johnson. Kerouac’ın günlük hayatta da bir dönem arkadaşı olmasına rağmen, mevzuları hiç magazinleştirmiyor, bir edebiyat sosyoloğu gibi yazarın kitaplarıyla, yaşadıklarıyla, çevresi ile mesafesini koruyor hep.  

 

Melankoli bulutlarıyla, Kerouac’ın ilk romanı The Town and the City’nin ardındaki gölgelere bakıyor önce Johnson. Roman ile Kerouac’ın gerçek hayatı arasındaki izdüşümlere ışık tutuyor. Evsizlik değil, tüm geçmişini sırtında taşımak Kerouac’ınki. Kaybedilmiş bir kardeş değil, ömür boyu sürecek bir maskeli suçluluk. O kadar fazlasını hatırlıyor ki Kerouac. Göl gibi bir hafıza ile geçmişini sürüklüyor sürekli. Yalan yanlış aynalarda egosu defalarca parçalara ayrılıp yeniden inşa edilecek. Güvendiği zaferler, yenilgilere dönüşecek. O zamanlar yoğun olan salgın hastalıklar sebebiyle ölüm dolu çocukluklar, hiç peşini bırakmayacak.

 

Kaybedilen dişler, yakılan mumlar… Toprağa gömülenler geri gelmez. Joyce Johnson, kazıyor, kazıyor… Tam bir edebiyat arkeolojisi. Pür dikkat, neredeyse Kerouac’ın her bir kelimesinin ardına ayrı ayrı bakıyor. Jack Kerouac’ın Yalnız Hayatı’nı okumanız için Kerouac külliyatını okumuş olmanız gerekmiyor. Johnson, yollara öyle güzel işaretler, ekmek kırıntıları bırakıyor ki.

 

Hayata ters ayakla başlayanlar, tuhaf diller konuşanlar. Hem bu kadar yakın hem de aynı anda bu kadar uzak. Sınır çizgisi her zaman Kerouac’ın elinde.

 

Dikenli yasak bölgeler

 

Jack Kerouac, 17 yaşına geldiğinde 11 farklı evde yaşamıştı! Kimden/neden kaçıyorlardı? Bu kadar sık taşınmalar. Yabancı duvarlar, tavanlar, rüyalar. Kasıtlı unutkanlıklar. Mümkün mü?

 

Kırmızı tuğlalı fabrikalar ve depolarda, kırmızı neonların peşine; işten işe, mahalleden mahalleye göçüyor Kerouac ailesiyle… Kendi Fransızca imgeleri vesilesiyle yeniden şekillendirdiği İngilizcesi ile iki dil, iki dünya, iki hudut arasında oradan oraya savrulacak. St. Louis de France’ta aldığı 4 yıllık Katolik eğitim, sözcüklerin sesini duyan bu fazla hassas çocuğu nerelere taşıyacak? Seslerle ve ritimle hareket eden bir hayal gücü, hatalarının değerini anlamasına imkan verecek mi?

 

Zor eşikleri hayatı boyunca sürecektir Kerouac’ın. Üniversiteye New York’ta mı, yoksa Boston’da mı gidecek? Ailesi genç Jack için planlar yaptıkça, o bambaşka güzergahları seçecektir. Gönlü Columbia’ya gitmek ister mesela. İlk aşkının derin sularında, gençliğin kesif rüyalarında, köhne bilardo salonlarında Jack ne kadar nefes alabilecek? Bedenlerin telli, dikenli yasak bölgeleri, evliliklerin meçhul intiharlarının korkuları, oyuncak kırığı kalpler… Jack’in kalbi tam olarak kaç parça?

 

Bazı yazlar çok uzun sürer

 

Köprü korkuları, büyükşehir sanrıları süredursun; Kerouac’ın peşine, sürükleyici uzun metraj bir film gibi takılıyoruz. Sağlam yapılı, fakir, “rahatsız edici derecede” yakışıklı, başka bir dünyadan gelmiş bir sporcu Jack artık. Üstelik çok kitap okumuş!

 

Joyce Johnson’ın içten anlatımı sayesinde, delikanlı Jack ile birlikte çekinerek oturduğu yemek masalarında, genç yazarın hissettiği çekingenlik olduğu gibi bizlere de geçiyor. Sokak, devasa bir “oda”dır Jack için. Hissettiği kasaba-şehir gelgitleri ile bulutsuz yıllarının sonlarına yaklaşırız.

 

Sebastian Yazı gelir sonra. Ekmek, sigara ve kahveyle beslenen genç yazarlarla, varoş semt otellerine, penceresiz buz gibi tavan aralarına gideriz. Kerouac’ın labirentlerinde kaybolur gibi olduğumuzda, Johnson hemen elimizden tutuyor, düşmüyoruz. Parçalar dağıldıkça, kabuklar kırılacak. Güneşi beklerken elbette büyük rüyalar görülecek. Bazı yazlar, çok uzun sürer ya, yine de bitiyor.

 

Kerouac’ın ruhundaki sert kasaba çocuğu ve hassas sanatçı düellosu sürdükçe Johnson’ın bir dedektif gibi iz peşine düşmesinin niteliği değişiyor. Dersini çok iyi çalışmış ve neredeyse emin olduğu hususlarda dahi peşin hükümlere, önyargılara, popüler jargonlara hiç yüz vermiyor. Okurun her zaman bir açık kapısı kalıyor.  



Ruhundaki Freud savaşları

 

Jack’in göçü hiç bitmiyor. Benzin depoları, trafikli ve kırmızı tuğlalı, çirkin binalı kentlerden kentlere… Kerouac ömrü boyunca ikiliklerle yürüyecek hep kendi yollarını. Bedeni, ruhunun peşine uçuşup yolların izini sürecek. Hiçbir düzen, çerçeve, rutin bu sıra dışı yazarın üzerine oturamayacak, her çerçeveye eğreti, her tekrara aykırı. Tam bir sözleşmenin hudutları içerisinde geniş zamanlı cümleler kurabilecek bir yaşama biçimine yaklaştığında, her şeyi olduğu gibi bırakıp Güney’e vuracak kendini. Asla varamayacağı, imkansız evine…

 

Hiçbir yorgana sığamayan, hiçbir oyunda sabit kalamayan biri Jack Kerouac. Fazla, eksik, kıyafetler bir türlü tam gelmiyor, idare etmiyor. Diğerlerinin maskeleriyle günü, haftayı geçirmiyor. Gözü hep bir başka yolda. Sürekli bir ipin üzerinde, tedirgin bir balerinin kıyısında. Diğerlerinin ışıkları Jack’i aydınlatmıyor hiç. Kendi yürüyüşü ile bir beden dolusu cam kırığıyla, bir kalp dolusu iğneyle kendi dansını yarattı, Kerouac. Ruhundaki Freud savaşlarının içini dışına çevirmeyi bildi, diğerlerinin sularında yüzmedi.

 

Diğerlerinin sınırlarından kurtulduğunda kanatlandığını keşfetti Kerouac. Ancak bu şekilde kendi topraklarının olabileceğini. Diğerlerinin ritminden dışarı çıktığında oksijen bulabileceğini. Yırtılmadıkça olmayacağını.

 

Jack Kerouac’ın Yalnız Hayatı, sıra dışı yazara objektif olarak yakından bakmak isteyenler için. Zor bir hayatın, zor yolların arabeskleştirilmemiş bir gün dökümü adeta. Ruhunun peşinde dolaşmaya çabalayan bir bedenin seyahat notları başka bir açıdan da. Kerouac’ın kitaplarından daha fazlasını görebilmek, bu bambaşka yazarın yol arkadaşlığına aday olabilmek için.

 

 


 

 

 

Görsel: Murat Miroğlu

 

 

 


 

 

SabitFikir arşivinden ek okumalar:


Kerouac gemide

 

"Bu acı bir gün işine yarayacak"

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.