Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

“Yazmak çevirmektir!”

“Yazmaya başladığımdan beri, açığa çıkan her kelimenin, dipten vuran duyguların birer tercümesi olarak oluştuğunu, kelimenin ontolojik açıdan bir tercüme olduğunu içten içe seziyor, içine doğduğum Türkçe imgelemin başka dillerdeki yansımalarla yeryuvarlağını dolaşabileceğini derinden biliyordum.” Sema Kaygusuz ne kadar da incelikli ifade etmiş dille arasındaki ilişkiyi... Duyguların yeryüzüne vuran bir tercümesi olarak dil... Bilmem hiç böyle düşünmüş müydünüz, yazılı bir metnin bir dilden bir dile yapılan tercümesinin yanı sıra dilin kendisinin de başlıbaşına bir tercüme biçimi olabileceğini... Ayşe Ece’nin “Edebiyat Çevirisinin ve Çevirmeninin İzinde” adlı inceleme kitabını elime ilk aldığımda dilin ve yayımcılığın en sorunlu bölgelerinden biri olan çevirinin ve edebiyat çevirmenlerinin dertlerine dair bir şeyler okuyacağımı varsayıyordum yalnızca. Ancak yazar söz konusu “dertleri” haklı olarak en temelden ele almayı tercih etmiş, önceliği bir tercüme biçimi olarak dili düşünmeye ayırmıştı.

“Çeviri işlemi,  dilin varlığının temelini oluşturur; dil, ‘dil-olmayan’ı dil’e çevirerek var olur(...) Dil, hem insanın içinde yaşadığı dış dünyanın, hem de kendi iç dünyasının varlığını, bu dünyaların öğelerini dil düzlemine taşıyarak, onları dil’e çevirerek yaratır”. Sadece Ayşe Ece’ye ait bir düşünce değil elbette bu. Yazarların içimizde var olan ‘kitabı’ çevirdiklerini, hatta hayata dair özel bir çeviri görevleri olduğunu söyleyen Proust’tan, yazarların kendi “bilinçlerinde’ var olanı çevirdiklerini ileri süren Susan Sontag’a ve açıktan açığa ‘yazmak çevirmektir’ diyen, ne yazık ki üç gün önce de yitirdiğimiz, Jose Saramago’ya uzanan bir listede, yazarlar kendilerini çevirmen olarak tanımlıyorlar. Üstelik kişisel deneyimlerinin derinliklerinde çevrilemeyen bir şeylerin var olduğuna, yapıtlarına çevrilemeyenlerin gölgesinin vurduğuna inanıyorlar. Bir dilden başka bir dile yapılan çevirilerde çevirmenlerin ve okurların hissettiklerine benzeyen bir inanç bu. Derinlerde “çevrilemeyen” bir şeyler…  

Çevirinin en temel sorunu belki de bu. Bir yandan var olan bir eseri başka bir dilde yeniden var etmek, yeniden yaratmak, diğer yandan da bir şeyleri ister istemez geride bırakmak, çevirememek... Ayşe Ece, bu noktada çeviri metni masaya yatıran, okura da, çevirmene de, eleştirmene de yeni okuma ve değerlendirme biçimleri öneren dört kuramsal yaklaşımı ele alıyor: Betimleyici yaklaşım, analitik yaklaşım, samimi okuma ve üç boyutlu okuma.
Bu yaklaşımların içinde Gayatri Chakravorty Spivak’ın ortaya koyduğu samimim okuma yaklaşımı Batı ülkelerinin çeviriyi bir baskı aracı olarak kullandıklarına dikkat çeker. Egemen kültür, kendisinin dışında kalan kültürleri dil aracılığıyla tektipleştirir, onların yerel özelliklerini kendine göre törpüler. Spivak’a göre çevirmen, kültürlerarasındaki eşitsizliğin bilincinde olmalıdır her şeyden önce.

Üç boyutlu okuma yaklaşımı ise çevirmenin ve edebiyat eleştirmeninin ortak özelliklerini vurgulayarak kendini ortaya koymaktadır: “İki ayrı çalışma alanı gibi görünen edebiyat çevirisi ve edebiyat eleştirisinin en önemli ortak özellikleri aslında çıkış noktalarıdır. Her ikisinin de temelinde kendilerinden önce üretilmiş bir metin vardır.” Bu yaklaşımı temellendiren Gaddis-Rose’a göre eleştiri olmadan edebiyatın korunmasını ve gelişmesini sağlanan gelenekler oluşturulamaz, çeviri olmadan da edebiyat kendi dilinden başka bir dilde yaşayamaz. Bu bağlamda edebiyat çevirisi de bir tür edebiyat eleştirisi demektir. Çevirmen kaynak metni kendi birikimleri ışığında yorumlar ve o metnin yorumlanma seçeneklerine bir seçenek daha ekleyerek eleştiriye katkıda bulunur.

Bir edebiyat eleştirmeni olarak çevirmen, kültürlerarasındaki köprü olarak çevirmen, bir yazar olarak çevirmen... Günümüz Türk yayın dünyası içinde hakkı en çok yenilen, yayınevi isteklerine ve sözde okur yönelimlerine boyun eğmek zorunda bırakılan çevirmenlerimizin bu türden kültürel görevlerini hatırlatmak yersiz kaçıyor gibi görünüyor belki de. Ancak onların dil ve kültür üzerindeki, çoğu zaman göz ardı edilen başat rollerini anımsamaya, Ayşe Ece gibi edebiyat incelemeleri kaleme alan yazarlara kulak vermeye ihtiyacımız var. Çeviri denilen şeyin, sadece sözcük, vuruş, forma sayısıyla hesap edilmeyeceği, bu hesaplara kısılıp kalmayacağı, kültürel-yaratıcı bir üretim olduğunun kabul edileceği zamanlar çok yakınlarımızda olsun artık, lütfen...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.