Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Bahçenin “içinde” olmak

Mevsimleri döndüklerinde hatırlıyoruz daha çok, içlerinde yaşamak kolay ama, kış bahara, bahar yaza dönerken ve bilmeden biz de dönüşmeye çalışırken, her dönüşüm vaktinde dilimizde bahar, dilimizde yaz. Bir de hep şüphe, hep bir tedirginlik her seferinde; bahar mı kaçtı, yoksa yaz hiç mi gelmeyecek, gibi... Dönüşüm oluyor oysa,  mesela her seferinde bahar geliyor bir şekilde, hem tüm geçmiş baharlarla aynı, hem tüm geçmiş baharlardan hep çok farklı belki, ama geliyor, vakti gelince de geçiyor… Ben bu defa, içimde hiçbir şüpheye, hiçbir tedirginliğe yer bırakmadan karşılamak istedim baharı. Beklemeyi bir yana koydum, topladım pılımı pırtımı, şehri terk edip kendimi baharın tam içine götürdüm. Sözün kısası geçen hafta Bodrum’da Gümüşlük Akademisi’ndeydim.

 

Bilenler bilirler o civarlarda bahar hep kavağın dalları gibi çok uzun, meşe gibi gür geçer. Ve Gümüşlük Akademisi, kocaman bir bahçedir aslen. Meşe koruluğudur. Latife Tekin, nasıl ki edebiyatımızın içine cinleri ve perileri koyarak büyüleyici bir kırılma noktası olmuştur, işte Gümüşlük’ün içine de dostlarıyla öylece kocaman bir bahçe kurmuştur. Konfüçyüs, bir bahçesiyle kütüphanesi olan insan hiç sıkılmaz der, sıkılmak bir yana hayat bir bahçenin içindeki kütüphaneden ibaret değil midir ki zaten. Sanırım o yüzden bu bahçenin adına Akademi demişler. Ötesini pek kurcalamadım…

 

16 yıldır yaşıyor Gümüşlük Akademisi, her şeyden öce bir vakıf, bağışlarla, gönüllü destekçileriyle var oluyor. Meşelerin kökleri an be an derinlere gittikçe, dalları kalınlaşıp yaprakları gürleştikçe, sanki Akademi de büyüyor. Olan biteni dışarıdan anlamak, anlatmak zor, yapılan atölye çalışmaları, söyleşiler, konserler… Hepsi gündelik ve dile kolay... Ama içeriden bakınca, bahçenin içinde olunca her şey, daha farklı… Ben oradayken, bir edebiyat eleştirmenimiz kitabını bitirmek için konuk odalarından birine kapanmış harıl harıl çalışıyor, şahane fantastik romanlarıyla ünlü bir hanım yazarımız sanat işliklerinin bulunduğu odalardan birini almış, şaka değil, elinde fırçalar, içini dışını boyuyor, tamiratını yapıyor. Bir yandan birkaç gün önce bir çeviri atölyesi yapılmış, o konuşuluyor, diğer yandan Boston College’den gelecek 20 akademisyenle “Sosyal Girişim ve Sosyal Değişim Projeleri” konulu ortak bir çalışma gerçekleştirilecek, onun hazırlıkları.    

 

Diyeceksiniz ki, sayın Fikri Sabit, siz ne yapıyorsunuz peki orada… Hemen söyleyeyim, her gün düzenli olarak bahçenin küçük gölünün içindeki nilüferlerin üzerine çıkan kurbağaları tek tek teftiş ediyorum, beni görünce hep kaçıyorlar gerçi ama olsun, iş iştir. Gölün yanından anfitiyatroya çıkan küçücük yolun üzerini saran mor salkımları kokluyorum, en çok solmaya yüz tutan salkımların koktuğunu tespit ediyorum, karabaş otuyla buralıların Sebso dedikleri bir kekik türünü birlikte kaynatınca ortaya çıkan çayımı yudumluyorum, fırsat buldukça Latife Hanım’la gerçek edebiyatın varlığını sürdürme mücadelesinden, Akademiye yeni ekilen meyve fidelerinden söz ediyorum, daha ne olsun... Buranın diğer bahçelerden farklı olarak, insana çalışma azmi verdiğinden şüpheleniyoruz Latife Hanım’la, her gelen harıl harıl çalışıyor. Ben, bizzat kendim bunun canlı kanıtıyım, zira sizin de bildiğiniz gibi yakın çevremdekilerin bile okumaya tahammül edemediği şiirlerimden kafamı kaldıramıyorum. Bir yılda yazdığımın iki katı kadar kelime, şu birkaç günde gelip beni Gümüşlük Akademisi’nin bahçesinde buluyor. Bilim denen şeyin büyünün ta kendisi olduğunu savunan ben, burada büyünün kaynağıyla yüzleşiyorum, tabiat büyünün bizzat çıkış noktasıymış meğer, ne olur ne olmaz, buradan ötesini, benim şiirlerime katkısını da artık daha fazla kurcalamıyorum…  

 

Yukarıda da dediğim gibi Akademi’nin her senesi diğerinden daha yoğun geçiyor. Bu yazın bir programı var, doğrusu say say bitmez. Benim kişisel olarak en ilgimi çekenleri aktarmayı tercih ediyorum bu yüzden. Seçimlerden sonra her şey burada da daha bir hareketleniyor. (Netice de burası da Türkiye’de bir bahçe, uzayda değil.) Bu yazın bahçedeki teması “Korku”. Bahçenin her yanına işleyecek bir “Korku Panayırı” kuruluyor. Konuya elbetteki belli bir çerçeveden bakmayı reddediyor Akademi. Korkunun gözlerine bakmaya cesaret edecek herkesi davet ediyorlar. Panayır, Fatih Çekirge’nin yöneteceği “Toplumsal Korku” paneliyle açılacak. Bahadır Baruter’le “Korkunun Mizahı”, Bora Ercan’la “Doğa ve Beden Korkusu”, Prof. Dr. Gediz Akdeniz ile “Korku ve Hiçlik”, Işıl Özgentürk’le Akademi bahçesinde uygulamalı-eğlenceli korku filmi atölyesi ve SabitFikir’deki şahane şiir yazılarının tutkunu olduğum Mahmut Temizyürek’le yaratma korkusu üzerine söyleşi… Akademi her sene olduğu gibi bu sene de İlhan Berk’i anıyor. Küçük İskender genç şairlerle geçen yaz olduğu gibi bu yaz da bahçede buluşuyor….

 

Türkiye’de, yazarlara, sanatçılara ve öğrencilere, özgür düşünceye, edebiyata ve sanata kapılarını açan, tam bağımsız başka bir bahçe yok. Onu ne devlet, ne sermayenin tekelci zihniyeti, ne kalantor sözde sanatçı dostları ne de çalışmalarıyla zaten trilyonlar kazanan edebiyatçılar, sanatçılar destekleyecek. Onu sadece onun desteğine ihtiyacı olanlar destekleyecek, biliyorum, 16 yıldır böyle oldu, bundan sonra da böyle devam edecek… 

 

Günlerim azalıyor, ve derken dönme vakti… Keşke diyorum,  Gümüşlük Akademisi büyüse büyüse bütün Gümüşlüğü kaplasa, ona özenen, onu kıskanan başka bahçeler insanı bıktıracak kadar ortalığa yayılsa, kabak tadı verdiler ama artık dedirtse, diyorum… Hiçbir şeyi ardımda bırakmıyorum, bahçe içimdeyken şehre geri dönüyorum.

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.