Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Gör, duy, hisset: Edebiyat şehrin bahçelerinde, gaz bombardımanının içinde el ele…

Yok yok merak etmeyin, “yeni dil, gücünü mizahtan alıyor, gümbür gümbür geldi” yazısı değil bu. Direnişin dili, sıkıcı sosyolojik, kuramsal, edebi analizlerin dışında da, onlara ihtiyacı olmadan da kendini üretiyor, yoluna devam ediyor nasılsa... Ben bugün sizlere yeni bir edebiyat kuşağının önsezili, hani neredeyse kehanetvari arayışından, bir araya gelişinden söz edeceğim. Yani yeni edebiyattan, yeni edebiyatımızdan... Yeni deyince eskisine de kendime engel olamayıp şöyle bir değineceğim kısaca; gördük ki direniş süreci iktidara, piyasaya yakın olan ya da iktidar kavramıyla meselesi olmayan tüm yazarları sanatçıları bir bir itibarsızlaştırdı, ya da onların zannedildiği gibi toplum ve iktidar üzerinde söz hakları olmadığını ortaya çıkardı. Sözgelimi Orhan Pamuk’a lise kompozisyonu yazdırdı, Adalet Ağaoğlu’na en olmayacak zamanda iktidardan medet umdurdu, kimi yazarlar-eleştirmenler çalıştıkları dergilerden, sitelerden ayrıldıklarını ilan ettiler, kimileri bundan sonra onları kim okuyacak diye merak ettirdiler, Elif Şafak ise tanınan bir bestseller yazarı olarak dünyaya yaptığı talihsiz açıklamalarla, bu defa kendinden söz ettirmeyi başaramadı.

 

(Görsel çalışma: Oğuzcan Pelit)



Gelelim yenilere… Direniş başlamadan tam üç gün önce Gümüşlük Akademisi  Edebiyatevi’nde yazar, eleştirmen, edebiyat temsilcisi, blogger kısacası hayatının merkezine edebiyatı koyan 14 genç insan bir araya geldiler, sessizce. Amy Spangler, Aslı Uluşahin, Bülent Usta, Cem Kalender, Ceren Ünlü, Deniz Gezgin, Ersan Üldes, Gülenay Börekçi, Irmak Zileli, Nur Yazgan, Oylum Yılmaz, Ozan Can Özübal, Pelin Özer, Yavuz Ekinci… Sessizce diyorum çünkü amaçları ses çıkarmak, ortalara saçılmak değildi. Onları bir araya getiren ortak meseleleri, ortak endişeleri vardı: Edebiyatın üzerine düşen piyasanın gölgesini nasıl üzerimizden atabiliriz? Çoksatma hastalığına yenik düşmeden hikayelerimizin, ürettiğimiz metinlerin okunmasını nasıl sağlayabiliriz? Edebiyatın her türlü iktidara karşı duran ve halk içindeki öncü rolünü nasıl geri alabiliriz? Eleştiri içine düştüğü kör kuyudan nasıl çıkar ve edebiyatın sesine nasıl katılır? Bizi birbirimizden uzaklaştıran “yazarın yalnızlığı” söylemine ve edebiyat içindeki çeteleşmeye karşı neler yapabiliriz? Örgütlenmeden dayanışmak, biz olmadan biz olmak, mümkün olabilir mi?

 

Edebiyat, okurunu arar hep bilirsiniz, hikayeler okunmak, anlatılmak için yazılır ve söylenir. Ancak piyasa işin temelinde var olan bu güdüyü; yazarın çoksatar bir kahraman olarak yeniden inşasına; kitabını yazdıktan sonra onu koltuğunun altına alıp dergi dergi, televizyon televizyon gezmesine, imza günlerine koşmasına, fuar karmaşasında kendini öne çıkarmaya çalışmasına yönlendirir. Tabii bir parçacık çevresi ve de şansı varsa. Peki ya yoksa bu şanslar, ya da bir adım ileri gidelim yazar bütün bu süreçlere dahil olmak istemiyorsa ne yapacak? Bireysel bir başarı öyküsüne dönüştürmek istemiyorsa eğer yazar kendi hayatını, ne olacak, nasıl okunacak? Sorunun cevabı basitti aslında. İş dönüp dolaşıp eleştiride kitleniyordu. Bir şeyler yazarak kuyuya atılan taşın sesi sadece ve sadece eleştiriyle yankılanabilirdi. Yayınevleri, gazetelerin kitap ekleri ve kendi cemaatlerini oluşturan edebiyat dergilerinin manipülasyonuna gelmeyen, okuduğu metinle gerçek anlamda ilişki kuran ve kendisi de başlı başına estetik, edebi bir değer taşıyan eleştiri taşıyabilirdi bu sesi ancak. Genç edebiyatçılar, hiçbir metin eleştiriden muaf değildir, diyordu kendi aralarında; hatta hiçbir metin gerçek eleştiriden uzak tutularak cezalandırılmamalıdır. Türkçede eleştiri kelimesinin üzerine yapışan olumsuzlama ise derhal kaldırılmalıdır.


Yaratıcı yazarlığın öğrenilebilir bir şey olarak pazarlanmasına da karşı çıkıyorlardı Akademi’nin bahçesinde buluşanlar. Yazar temsilcilerine bugün yaşanılanın aksine en çok genç yazarların ihtiyaç duyduğunu vurguluyorlardı. Ve e-kitabın, bağımsız elektronik yayıncılığın yayın dünyasının geleceği olduğu konusunda hemfikir oluyorlardı.  

 

 

(Görsel çalışma: Berkay Dağlar)

 


Bütün bunların olabilmesi, zaman içinde hayata geçebilmesi ise küçük, bağımsız, çeşitli edebiyat ortamlarının yaratılmasından geçiyordu tabii. Günler geçtikçe bahçede dallanıp budaklanan edebiyatçılar kısa sürede ve hiç beklenmedik bir şekilde “Bahçeyazı”da karar kıldılar. ‘Bahçede bir elektrik hasıl oluyordu’. Kolektif bir şekilde yürütülecek, isteyen her eleştirmene ve yazara açık olacak “www.bahceyazi.com” direnişten üç gün önce, direnişin içine işte böyle doğdu.


Aradan birkaç gün geçti, Gezi Parkı direnişinde hem buluşmaya katılan yazarlarla hem de diğer pek çok genç yazarla bir araya geldim. Park, her şey bir yana bir edebiyatsever için de cennet gibiydi. Durmaksızın edebiyat, sanat, siyaset konuşuluyor, parktan yükselen ilhamlarla dolu ruh tüm endişelere rağmen yüzleri güldürüyordu. Bahçeyazı’nın aradığı temas ortamı büyümüş, sanki ülkenin bütün parklarına ve bahçelerine taşmış, dedim kendi kendime şaşırarak. 15 Haziran gecesi içlerinden bir kaçını gaz bombardımanının içinde elele gördüğümde gülümsemem de bu yüzdendi…

 

Evet bakınız, parklar ve bahçelerden kuvvetli bir edebi ses yükseliyor. Direnişin sesini, kokusunu, rüzgarını, aynı anda hem insancıl hem doğacıl itirazını yanına almış; sokağa düşmüş iyiliğin içinde, birbirini gören, duyan, hisseden, birbirine temas eden,  yalnızlığı reddeden yeni bir edebiyat kuşağı doğuyor.


Bu yazıyı geçtiğimiz haftaki yazım üzerine bana hangi yeni edebiyattan söz ediyorsun diye soranlara yazdım. Bahçeyazı sadece bir örnek. Gezi’nin içinde fiziksel ve ruhsal olarak dolaşan daha pek çok genç yazar, pek çok eleştirmen var. Onları da görebilmek için, biz okurlar olarak piyasanın perdesini edebiyat adına aralayabiliriz. Yeni dilin, yeni edebiyatın sevinciyle, coşku ve direnişle kalınız.

Yorumlar

Yorum Gönder


"Meselenin kişisellikle en ufak bir alakası yok" deyince öyle olmuyor malesef, dünyanın neresinde diye başlayıp meselelere kılıf biçmekte kolay ancak yutan çıkarsa... neyin ahlaklı neyin ahlaksız olduğunu idrak etmek için çok şükür "dünyanın neresine" ihtiyacımız yok. Konuları başka yerinizden anlayıp, istediğiniz şekle sokma konusunda da yeteneklisiniz maşallah. Tekrar söyleyeyim ben Oylum Yılmaz değilim. Valla... Yazarın kenisi ile ya da bir yakını ile ilgili husumetiniz olabilir ama burada yorum yazan herkezi kendiniz gibi zannederek bindirilmiş kıta diye çemkirmek asıl terbiyesizliktir ve ahlak dışıdır. Sansür talebine gelince bir önceki yorumumu tekrar okumanızı öneririm, sanırım yazılanları yine başka yerinizden anlama eğilimindesiniz. Aptal yerine konmaya ihtiyacınız olmadığını düşünüyorum ne yazık ki... Sakatlığınıza üzüldüm ama budan bahsetmenin gereğini anlayamadın eğer bir sömürü niyeti yoksa. Ben gezi direnişindeydim iki çift lafta ettik direnişçi kardeşlerle ama ağır bir sözü olan olmadı çok şükür... :) Bakın yazdıklarınızı ben yutmuyorum yutan olabilir onlar adına üzgünüm. Sorunlarınızın kaynağına inin burada çözemezsiniz...


Meselenin kişisellikle en ufak bir alakası yok; dünyanın neresinde bir "yazar"ın mahlasıyla adına ve kurumuna övgüler döşediği ortaya çıksa o yazar rezil olur. İngiliz yazar R.J. Ellory geçen sene Amazon'da takma isimlerle kendine övgüler döşüyor diye siteden atılıp rezil oldu. Bu durum da hiçbir fark taşımamaktadır. Evrensel bir ayıptır. Çünkü bu etik ve ahlak dışıdır. Yazarın kendisi ya da bindirilmiş kıtaları olarak buraya gelip evrensel bir ayıbı öyle değilmiş gibi göstermeye çalışarak kişiselleştiren sizsiniz. Ancak kendi yaptığı işe inancı ve güveni olmayan bir şahsın yapabileceği bir ayak oyunudur bu. Oylum Yılmaz'a da olan bu. Ayrıca siz ne kadar terbiyesiz bir insansınız... Bir İngilizce kelime kullandım diye "verifay" diye dalga geçiyorsunuz; ama doğru, savunduğunuz kişiye bakılırsa (elbette savunduğunuz kişinin ta kendisi olma ihtimaliniz bir yana bırakılırsa) sizden etik ummak da zor.
Haksızlık yapılıyor dediğiniz, (kimin body guard'lığını yapıyorsam artık. Dikkat ettiniz mi, az daha Faiz Lobisi falan diyeceksiniz, diyorum AKP'den siyasete girmelisiniz)insanların bu ayıbı ayıp olarak nitelendirmeye hakkı olmadığını söylüyorsunuz. Bunun üzerinden de sansür talebinde bulunuyorsunuz. Çok affedersiniz ama, sansür talebinde bulunup, sansür talebinde bulunmanızı "düşünce özgürlüğüm" diye yutturamazsınız. Yasakçı özgürlük olmaz. Size verilen tepkinin sebebi budur. Şimdiki mesajınızda "Bu yorumları yayımlatmamak gibi bir düşüncem olamaz" deyip, önceki mesajınızda "bu yorumlara nasıl müsaade ediliyor anlamıyorum" diyorsunuz. Alzheimer mı oldunuz, o muhteşem zekanızla bizi mi aptal yerine koyuyorsunuz?
Ben ayağımdaki kronik bir sakatlık yüzünden Gezi'ye gitme şansı yakalayamadım. Ama Gezi'deki direnişçiler ile umarım gerçek hayatta yüz yüze gelmezsiniz; tahmin ediyorum ki bu kafayla konuşursanız size iki çift lafları olur, hem de çok ağır olur...


Ne güzel burası bayağı forum gibi oldu. Dilan Yılmaz ilk defa yazdığı halde neden bu kadar alınıp verifay falan ettirmeye soyunmuş kendisini bilmiyorum. Sizde başka birinin bodyguardlığını yapıyorsunuz farkındaysanız. Site yöneticisinden umulan medet kişiselliğe dökülmüş tartışmaların bir yazının yorumlarında olmaması gerektiği kişisel eleştirisidir. Kimseye baskı yapıldığı falan yok. Eğer buraya yazılan yorumla baskı yapılabiliyorsa. Gezi eylemi yapmak yerine başbakanlığın sitesine yorum yazardık. Yazılan yorumlara muhalefet eden bir yorum yazmak bu kadar dayanılmaz birşey mi? Kimseyi savunmadım burada bir haksızlık yapıldığını görüyorum, bir linç girişimi seziyorum bu kadar saldırılacak ne var bu yazıda diyorum bana da saldırıyorsunuz. Üstelik benim Oylum Yılmaz olduğumu zannıyla da saldırıyorsunuz. Yapmayın savunduğunuzu ileri sürdüğünüz gezi direnişi ruhuna aykırı davranıyorsunuz. Yorum yazan biri olarak bu yorumları yayımlatmamak gibi bir düşüncem olamayacağı gibi böyle bir gücümde yok. Bu kadar saldırgan olmayın bence, sakin olun tavsiye ederim. Sinir iyi birşey değildir.


Anlaşılan Geziparkını sömürme olimpiyatları başlamış. vatana millete hayırlı olsun.


Pes doğrusu! Yorumlar yazıdan daha önemli olduğu için direk o kısma geçeceğim. Yazılan bir yazının içeriğinden insanların fikrimce son derece elle tutulur bir sebepten ötürü rencide ve rahatsız olması size neden bu kadar imkansız geldi? Affederseniz de siz ya da Oylum Yılmaz Tanrı falan mısınız? Eğer bu takma isimli kişi gerçekten Oylum Yılmaz ise bildiğiniz Gezi baharatlı reklamdır bu yazı. Haydi bunu geçelim, Mert Bey'in dediği gibi sansürden medet ummak ne demektir? Hem sansür istemi, hem de site yöneticine yapılmaya çalışılan bu baskı nedir? Anlaşılan elinizde olsa yorumları yayınlatmayacağınız gibi site yöneticisini de işten attıracaksınız? Bir de sizin mantığınızla gidersek bütün karşı yorumları da yazan Oylum Yılmaz'ın kendisi ya da bir araya topladığı arkadaşları da olabilir? Vallahi hiç kusura bakmayın AKP falan demişsiniz de, yazarın body guardlığına soyunmuş bu kişilerin ya da Oylum Yılmaz'ın kendisinin bu komplo teorisi, sansürcülük ve site yöneticisine mahalle baskısı kafasına bakıldığında kimin AKP'den başbakan adayı olabileceği net ortada. Bu kişi ya da kişiler kendileriyle barışık olsa zaten sıkıntı yaşamaz, ateş olmayan yerden duman çıkmıyor işte.

Not: Öteki yorumcular da dahil kimseyi tanımam etmem, yazıya da tesadüfen denk geldim. İsteyen kimseyle kişisel bir husumetim olmadığını verify etmek için dilanyilmaz84@hotmail.com adresinden mail atabilir, oradan da telefonumu verip konuşmaya hazırım. Cia ya da yazarı bitirme projesi mensubu falan değilim, 29 yaşında edebiyatsever bir bayanım sadece. Başladığım gibi bitireceğim, pes doğrusu!


Bu kadar kin kusacak ne var bu yazıda anlamadım. Sitenin editörleri kişisel bir mesele olduğu açıkca anlaşılan bir husumetin ortalığa saçılmasına neden izin veriyor bunu da anlayamadım. Yukarıda farklı isimlerle yazılan yorumlar bir kişiye ait gibi duruyor. Oylum Yılmaz kendisininde dahil olduğu bir edebiyat buluşma ortamı olan bir blogdan kendi köşesinde bahsediyor, tencere reklamı yapmıyor. Gezi direnişi sömürüsüyle de alakası yok. Bunu yazan arkadaş Akp de kendime güzel bir yer bulabilir bu tavrı ve tarzı ile gezi parkında falan harcamasın kendini...


Bunu 28 Mayıs'tan beri Gezi'de sabahlamış biri olarak gönül rahatlığıyla söyleyeceğim ki, yazdığın yazıdan Gezi'ye geldiğin bile şüpheliyken, eğer geldiysen de "turist"lerden olduğundan kesinlikle eminim. Ama asıl şoku yorumlardan sonra yaşadım, bir de takma isimle gerçek ismine ve kurumuna methiye döşeyip Gezi'yle reklam kampanyası yapmışsın. Eğer sen Gezi'de en ufak bir şey duymuş, en ufak bir şey görmüş, en ufak bir şey hissetmiş olsan, ilk günlerdeki can pazarını, savaş alanlarını, mücadeleyi görsen, duysan hissetsen, böyle bir kepazelik yapamazdın. Allah seni ve senin gibileri iflah etsin...


İnsanın gözünü hırs bürümeye görsün, mahlasıyla gerçek adının ve kurumunun reklamını yapmak için bile Gezi'yi alet edebiliyormuş. Ülke edebiyatının yüz karalığına 1 numaradan giriş yapmışsın, daha da bu halk seni unutmaz, tebrikler Oylumcuğum...


Birincisi burada yorum yasaklamaya çalışanlara ne yazık. Sabitfikirin politikası baştan beri hakaret olmadığı müddetçe her türlü sansüre karşı olmak değilmi? İşimize gelince başkasının sansürüne kızıp, işimize gelmeyince sansürden mi medet umacağız?
İkincisi sanırım birisi twitterda ifşa etmiş Oylum Yılmazın fikrisabit olduğunu, çünkü mesaj tarihleri ondan sonraya denk geliyor.
Üçüncüsü bence bu yazının gerçek isimle yazılmış olunmamasının sebebi çok açık, arkadaşların da belirttiği gibi kendi ad ve kurumuna övgü çekmek. Oylum Yılmaz bu yazıyı kendi adıyla yazmış olsa "Oylum Yılmaz" ve "bahçeyazı"nın reklamını alenen yapamazdı, sırıtırdı çünkü. Amacı bunu yapmak olmasaydıda kendi adıyla yazardı bu yazıyı. Yahu reklamını yap o sorun değil de, Gezi ile ilgili yazı yazacaksan Gezi ile ilgili yazı yaz, reklam için yazı yazacaksan reklam için yazı yaz. Ama ne olur Gezi üzerinden reklam yapma, ne olur... Kimsenin midesi kaldırmaz bunu, Allah çarpar yani, çıkar foyan ortaya...


Handan Odaman, Hasan Keyik ve Mehmet Oğur'un Oylum Yılmaz'a karşı bu öfkesi ve garezi nereden geliyor, anlamadım. Gezi'ye bir gün geldiğini, turist gibi geldiğini vs nereden bilebiliyorsunuz? Bu yorumların tümünde kişisel bir hınç görüyorum ve site yöneticilerinin bu şekilde kişiye dönük saldırı içeren yorumları burada yayınlayabilmesini eleştiriyorum...


Yazıdan hiçbir şey anlamamışsınız, bu yazıda kimsenin reklamının yapıldığını düşünmüyorum. Yorumunuzu kötücül buldum. Ayrıca Fikrisabit'in Oylum Yılmaz'ın kendisi olduğunu siz biliyorsunuz madem, bu o kadar da büyük bir sır değil demek ki.


Bu yazdığım yazı büyük ihtimalle sansüre takılacak ama neyse.

Oylum Yılmaz hanım: Haydi yazdığın yazıdan Gezi'ye bir gün gelmiş "Gezi Turistleri'nden olduğun zaten belli; havasını, suyunu solumadığın, orada olamadığın için tek kelam edememişsin Gezi hakkında da; ulan insan Gezi Parkı için ölenlerin ve yaralanların kanı kurumamışken Gezi üzerinden kendi web sitesinin reklamını yapmaya hiç mi utanmaz? Allah senin gibileri bildiği gibi yapsın ya! O gaz bombasını yemiş olsan, orada bir damla kan ve ter dökmüş olsun zaten onuruna yediremezsin Gezi üzerinden böyle bir şey yapmayı. Siz de bodrumda "yazarım, eleştirmenim" diye gezin. Sizin gibiler için turnusol kağıdı oldu Gezi. YAZIKLAR OLSUN!


Direnişin üçüncü haftasında her şey bittikten sonra 15 Haziran'da İstanbul'a teşrif eden Oylum Yılmaz'a bak hele: Hatıra fotoğrafını çektirmiş, "gaz bombası" yedim diye kallem ediyor. Sen Bodrum'da 15 Haziran'a kadar güneşlenirken millet şehit oldu, gazi oldu. Olaylar bittikten sonra bir gün gelip "direnişçilik" oynayarak ne hakkın var Gezi üzerinden prim yapmaya senin? Utanma olur utanma...


"14 genç insan bir araya geldiler, sessizce." ,"Sessizce diyorum çünkü amaçları ses çıkarmak, ortalara saçılmak değildi."

Madem amaç ses çıkarmak ve ortalara saçılmak değildi "Fikrisabit" rumuzuyla yazan Oylum Yılmaz kişisi neden kendi isim ve kurumunun reklamını sabitfikir'de yapma ve anonim adıyla gerçek adına övgüler düzme ihtiyacı duyuyor? Vay canına, vaziyet bu kadar mı fena?

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.