Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Sesli edebiyat…

Edebiyatın üç türlüsü var. Sözlü edebiyat, yazılı edebiyat, bir de sesli edebiyat… O da nereden çıktı demeyin, görme engelliler için okunan kitaplardan ve elbette okuma etkinlikleriyle sesli hale gelen şiirlerden, öykülerden ve romanlardan söz ediyorum. Bu türden okuma günlerinin, etkinliklerin ülkemizde hiç denecek kadar az yapılmasından yakınıyorum daha doğrusu, yapılanların da az duyurulmasından, haberden sayılmamasından… 

 

Bir gün önce Büyükada’da altkomşum Oylum Yılmaz’ın Cadı'sının okumasına katıldım zira. Ada ve edebiyat buluşması şahaneydi doğrusu… Etkinliğin sonunda ortalık iyice sakinleştiğinde bir başıma yaşlı bir ağacın altına oturup genellikle kuru kuruya geçen imza günlerini neden edebiyatla daha iç içe bir hale getirme konusunda herhangi bir çaba göstermediğimizi düşündüm uzun uzun. Biraz önce ses verilen kelimeler asılı kalmıştı sanki ağacın dallarına, sanki oradan hiç gitmeyecek gibiydiler. Edebiyatın içine girmiş, hikayenin kendisine dokunmuş gibiydim sanki… Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Duaları'nın Fransa’daki okuması geldi mesela sonra aklıma. Ne kadar çok sevilmişti, yazarın yurtdışındaki ününü pekiştirmişti. İzleyenler o okuma sırasında bazı dinleyicilerin gözyaşları içinde kaldıklarını aktarmışlardı. Sanırım edebi anlamda bir okuru yazarla yaklaştıran yine edebiyatın kendisinden, edebiyatın büyüsünden başka bir şey değil. Birbirlerini hiç tanımayan insanların beylik cümlelerle konuşup karşılıklı gülümsemelerinin içinde samimi olan çok az şey var çünkü…

 

 

Okumak da kuşkusuz yazmak gibi bireysel, içe kapalı bir edim. Güzelliği, büyüsü, tutkunluğu  da buradan geliyor daha çok. Ancak imza günleri, söyleşiler ve okuma günleri edebiyatı zaman zaman da olsa kolektif hale getiriyor. Biraraya gelip bir hikaye dinlemek, sonrasında bu hikaye ve edebiyat üzerine konuşmak, tüm sohbetlerin, tüm hareketlerin merkezinde edebiyatın olması insan ruhunu heveslendiriyor, umutlandırıyor.


Okuma yapmak tabii biraz da cesaret işi. Çünkü edebi değeri yüksek bir anlatı sese gelince nasıl daha da güzelleşip parlıyor, daha da ortaya çıkıp okurunu kendine bağlıyorsa, edebi yanı zayıf olan bir anlatı ses titreşimleri arasında o kadar dökülüyor, tüm sökükleri, yamaları bir bir ortaya çıkıyor. Yazarın edebiyatına karşı inancı tam olmalı, okurun karşısına bu şekilde çıkabilmek için… Nicedir unutulan sözlü edebiyat geleneğine de yakın durmalı. Okur için de bir kitabı alıp karıştırdıktan sonra bir kenara atmak kadar kolay bir iş değil okuma etkinliğine katılmak, sese sabırla kulak vermek… Kısacası yetenek ve hevesli ilgi birbirini bekliyor sesli edebiyatta, birbirini tamamlıyor…

 

 


İşte bu umudun ve hevesli ilginin etkisiyle hiçbir zahmetten kaçınmadan siz okurlarım için 2012’nin ikinci yarısındaki okuma etkinliklerini araştırdım, henüz hiçbir şey bulamadım… Elime bu türden haberler geçerse seve seve paylaşacağım…Edebiyat çoğalabilen de bir şey çünkü… 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.