Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Sürdürülebilir bir yaşam, ne zaman?

Vandana Shiva
Bgst Yayınları

Mahatma Gandhi’ye Batı medeniyeti hakkında ne düşündüğünü sormuşlar, “İyi bir fikir olurdu”, demiş! Medeniyet, çok tartışmalı bir kavram elbette, Gandhi, başka medeniyetlerin, kültürlerin yaşamasına hak tanımayan, onları kurnaz bir barbarlıkla yok eden bir medeniyetin, medeniyet olamayacağını düşünüyordu, onun haksız olduğunu kim söyleyebilir... Batı medeniyeti dediğimiz şey,  bugün gelinen noktada küresel şirket imparatorlukları ile bu imparatorlukların hegemonyası altında kültürlerinden, dillerinden, topraklarından, beslenme ve barınma haklarından ve hatta tohumlarından olan yoksul ve yoksun dünya halklarından mürekkep en nihayetinde.  Toplumlar bu “medeniyet”in etkisi altında kaldıkça hem biyolojik hem sosyolojik olarak yeryüzündeki çeşitlilik hızla monokültüre doğru evriliyor. Ağaçları unuttuk nicedir, nehirlerin ve göllerin, okyanusların ve denizlerin sözlerine kulaklarımızı tıkadık, rüzgarları dinlemez olduk; çocuk yapmaktan korkan sözde anne ve babalar tohumların doğurganlığına bile göz dikip onları sonsuza dek kısırlaştırırken, mısır olmayan mısır, domates olmayan domatesleri yedikçe eşitlik, barış, adalet, sürdürülebilir, devamlılığı olan bir yaşam inancını da yitirdik; iyi ama ne için? Bir avuç daha beton ve artık handiyse cebimize hiç girmeyen paralar için mi? Kulağa çok saçma geliyor ama ne yazık ki bu bizim gerçeğimiz. Ve çok şükür ki, değiştirilemez, geri dönüşü olmayan bir gerçeklik değil. Çünkü, “başka bir dünya mümkün” diyenler de var aramızda,  bu başka dünyaya doğru yola çıkanlar; suyu, gıdayı, yakıtı, yemi ve ilacı temin eden bir ana olarak gördükleri ormanlarını kereste şirketlerinin elinden ağaçları kucaklayarak kurtarmayı başaran “ağaçlara sarılan kadınlar” var mesela. Yeme kültürümüzü elimizden alanlara karşı İtalyan asıllı Slow Food hareketinin Toprak Ana (Terra Madre) adı altında bir araya getirdiği gıda toplulukları ile Hindistan’daki sefertası hareketinin üyeleri ve şirketlerin tekelindeki bilgi paylaşım alanlarında yazılıp çizilmeyen, göze görünmeyen daha daha niceleri var...

Vandana Shiva, işte onlardan biri, daha doğrusu “başka bir dünya mümkün” diyenler arasında en tanıdık olanlarından. Dünyaca ünlü bir çevre ve ekoloji düşünürü, araştırmacı ve aktivist Shiva’yı “Çalınmış Hasat: Küresel Gıda Soygunu” ve “Su Savaşları: Özelleştirme, Kirlenme ve Kar” adlı çalışmalarından tanıyoruz daha çok. Uluslararası Küreselleşme Forumu’nun önderlerinden biri olan ve 1993 Alternatif Nobel Ödülü sahibi yazarın Türkçeye çevrilen son çalışması ise “Yeryüzü Demokrasisi: Adalet, Barış ve Sürdürülebilirlik”. 

“Yeryüzü insana değil, insan yeryüzüne aittir” *

“Yeryüzü Demokrasisi”... Ona, ideolojileri tamamen yitirdiğimiz bu çağda ortaya çıkan yeni bir ideoloji mi demeli, yoksa ideolojiler üstü yeni bir yaşam önermesi mi? Bunun yanıtını ben değil, tarih verecek elbette ya, ikinci öneri akla daha yatkın geliyor sanki. Çünkü Vandana Shiva’nın sözcülüğünü yaptığı, kuramsallaştırdığı bu yeni kavram adı üstünde sadece insana ve insan topluluklarına değil, tüm yeryüzüne dair. İnsan dışındaki her şeyin insan için yaratıldığı düşüncesini bir kenara bırakarak başlıyor yeryüzü demokrasi hareketi, bizim de yalnızca bir üyesi olduğumuz bu gezegen üzerinde yaşayan her canlıyı içine alan, gözeten ve her şey ve herkes için “sürdürülebilir” bir yaşam temeline oturan yeni bir demokrasi anlayışı oluşturmayı amaçlıyor. 

Üç önerme üzerinde yükselen bir gezegen programı öneriyor bizlere Vandana Shiva: Yaşayan ekonomiler, yaşayan demokrasiler ve yaşayan kültürler.  “Yeryüzünün kaynaklarının, gıda ve su ihtiyacımızı karşılama ve yeterli rızk yaratmak üzere hakkaniyetle paylaşıldığı süreçler ve uzaylar” olan yaşayan ekonomileri öncelikle bugünkü ekonomik durumumuzu, bu serbest pazar ekonomisinin dünya halkları üzerinde yarattığı tahribatı ve onun tarihsel gelişimi ile muhtemel geleceğini tartışarak ele almaya başlıyor. Şirket küreselleşmesine dair kanımızı donduracak rakamlar veriyor Shiva ve öneriyor: Küresel ekonomi, ekolojik sınırları dikkate almalı, hem doğal kaynaklar hem insanlar üzerindeki israfı azaltmak için üretimi zorunlu olarak yerelleştirmelidir. Ve yalnızca ekolojik temeller üzerine inşa edilmiş bir ekonomi, sürdürülebilirliği ve tüm insanlığın refahını temin eden, yaşayan bir ekonomi olabilir.

“Yeryüzündeki yaşamı korumak, barışı savunmak ve adaleti güçlendirmek için, temel özgürlüklerimizin iadesini talep edeceğimiz, temel haklarımızı savunacağımız ve ortak sorumluluklarımızı ve görevlerimizi yerine getireceğimiz uzaylar” olarak tanımlanan yaşayan demokrasiyi oluşturabilmek içinse tüm halkları içene alan yeni bir insan hakları gündemi oluşturmaya ihtiyacımız var Vandana Shiva’ya göre. Küreseli de, yereli de yeniden icat etmeye, serbest pazarların demokrasiyi güçlendireceği inancının artık sonsuza kadar sarsıldığını ve küresel şirketlerin serbest pazarlarının demokrasiyi yeryüzünde her düzeyde yok ettiğini nihayet anlamaya ihtiyacımız var. 
Shiva, şirket küreselleşmesinin iki tür kültürel hareketi ortaya çıkardığını belirtiyor: Birincisi “kültürün aşırıcı ve dışlayıcı bir şekil alarak ‘Talibanlaşması’. İmparatorluğa karşı verilen, fakat imparatorluğun şiddetini taklit eden ataerkil, militarist bir tepki. Bir taraftan sömürgeci işgale direnirken, diğer taraftan kendi sınırları içerisinde kadınlara, azınlıklara ve öteki kültürel gruplara karşı kültürel savaş ilan ediyor.” İkincisi ise ataerkil, sömürgeci modellere gerçek anlamda alternatif sunabilen hareketler, yani  “ortak, evrensel insanlığımızı ve diğer türlerle toprak, su ve hava vasıtasıyla ortaklığımızı tümüyle kucaklarken, çeşitli değerlerimizi, inançlarımızı, pratiklerimizi ve geleneklerimizi şekillendirip yaşadığımız uzaylar”, yaşayan kültürler...

Son olarak Vandana Shiva’nın dilinden düşürmediği “sürdürülebilirlik” kelimesinin önümüzdeki yıllarda en çok duyacağımız kelimelerin başında geleceği kehanetinde bulunuyorum. Zira tohumları kısırlaştırmaya, yiyeceklerin genetiğini bozup değiştirmeye, su, toprak ve hatta hava gibi enerji ve yaşam kaynaklarımızı geri dönüşümsüz bir şekilde yitirmeye bu hızla devam edersek eğer, yaşamı “sürdürebilme” çabasının, geleceğimizin -tabi eğer bir geleceğimiz varsa- temel meselesi olacağı aşikar da ondan... Sürdürülebilir bir yaşam önerilerini ciddiye almamızın zamanı geldi de geçiyor bile!

 


* Suguamish kabilesinin reisi Seattle’ın 1848 tarihli konuşmasından.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.