Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Öykü

Öykü

Raylararası



Toplam oy: 1089

“Aaa… Camı boyuyor! Yasak değil mi?”

 

Karşı vagonda bir adam cama resim çiziyor. Boyaları çoktan dökülmüş, paslanmış, eski bir tren. Aralık perdelerden görünen vagonların içiyse rengârenk. Bizimkiler gibi bir örnek değil hiçbiri. Usta fırça darbeleriyle bir manzara şekilleniyor camda. Dağlar, bulutlar, bir ağaç, bir tane daha...



“Tuhaf, neden perona yanaşmıyor?”

 


Gençten bir kadın, omuzumun üstünden cama uzanmış yanımızdaki trene bakıyordu. İki vagon arasında, kapının önündeydik. Saat sekiz buçuğa geliyordu. Kalkmak üzereydik. Son anda trene binmek için itişen, öne arkaya ilerlemeye çalışan kalabalığın arasında sıkışıp kalmıştık. Üniformalıysanız bütün sorular size yöneltilir. Kabalık etmemek için cevapladım:


“Onlar tarifesiz seferler. Perona sadece tarifeliler girer. Ötekiler boş raylara rastgele yanaşır böyle.”

 


Birçok insan tarifesiz trenleri görmez. Görenlerin çoğu da umursamaz onları. Bir iki çılgın dışında kimse bu trenlere binmeyi düşünmez bile. Bütün ilgisine rağmen bu kadın onlardan biri değildi. Daha çok her şeyi bilmek isteyen insanların merakı vardı sesinde.

 


“Peki, yolcular nasıl biniyor? Trenden trene mi geçiyorlar?”

 

Trenden trene atlamak tehlikeli ve yasaktır. Açıkçası, tarifesiz trenlere binmiş üç beş kişinin bunu nasıl başardığını ben de merak ediyordum. O yöndeki kapılar merkezden kilitlenir, görevliler açılmalarına izin vermez. Ama bunları düşünerek oyalanacak vaktim yoktu, baş vagondaki toplantıya geç kalıyordum. Kadının teklifsizce başlattığı sohbeti bitirmek için omuz silktim, “Bilmem!” Kalabalığı var gücümle iterek ilerledim. Daha iki adım bile gitmemiştim ki önümde bir hareketlenme oldu. Ne olduğunu anlamadım önce. Bir delikanlı. Trene binmeye çalışanların arasından fırlamış, bir anda öteki kapıya varmıştı. Onca kalabalığı nasıl yardı, kapıya nasıl bir hamlede ulaştı, bilmiyorum. Üstelik elinde büyük bir sırt çantasıyla. Bir eliyle çantayı sıkı sıkı kavramış, öteki eliyle kapıyı açmaya çalışıyordu. Kedi kıvraklığında, ufak tefek, cılız bir gençti. Yandaki trene bakan gözlerinde vahşi, tutkulu bir ışık parlıyordu. Israrla kolu kurcalamaya devam etti. Kapı açılmıyordu. O itiş kakışta benden başka kimse onun ne yapmaya çalıştığını anlamamıştı. Göz göze geldik. Bir gölge geçti yüzünden. Bir bana, bir yandaki trene baktı. O farkında değildi ama ben arkadaki vagondan koşarak gelen güvenlik şefini görüyordum. Yakalanması an meselesiydi. Kapıyı zorlamaya devam ederken tren yavaş yavaş harekete geçti.

 

İlk kez yıllar önce, daha yeniyetmeyken, bir gezginden duymuştum tarifesiz trenleri. Üç günlük sakalı, yağlı saçları, mavi gözleriyle bir pazar sabahı mahallenin kahvesine çıkagelmişti. Dilini bilen yoktu. Kahveci, çırağını yollayıp beni çağırtmıştı evden. Okulda yabancı dil görüyorduk ya az çok. Biz vardığımızda, o el kol hareketleriyle derdini anlatmayı başarmış, kahvecinin önüne koyduğu simitle çayı yarılamıştı bile. Uzak ülkeleri, adaları, çölleri, adını bile duymadığımız kentleri gezmişti. Yak çobanlarının, inci avcılarının hikâyelerini anlattı bize. Kahvenin dumanlı havasında anlattıkları masal gibi gelmişti bana.

 

Sonra istediğin zaman, istediğin yere gidebileceğin, istersen bütün dünyayı dolaşabileceğin trenlerden ve özel bir biletten bahsetti. Gezginler, sanatçılar, hepsi bu trenlerle gezermiş. Öyle belli bir tarifesi yokmuş bu trenlerin. İstediğin istasyonda inip binebilirmişsin. Kendi dilinde Raylarötesi mi deniyormuş, Raylararası mı, öyle bir şey... Elindeki dergiden bir sayfa yırttı. Bilmediğim bir alfabenin kıvrım kıvrım harflerinin arasına, beyaz bir boşluğa trenin sefer numarasını yazıp bana verdi. Yırtık sayfanın öteki yüzünde dağların, sisli vadilerin, dallarına renkli kuşların tünediği dev ağaçların ve kıvrık kenarlı kat kat çatısıyla, oymalı, ahşap bir binanın durgun suya düşen yarım aksi vardı. Bu resim uzun süre odamda, futbolcu ve şarkıcı posterlerinin arasında asılı durdu. Gölgeli patikasında yürüyen kadının evi mi, bir sultanın köşkü mü, yoksa gizemli bir tanrının tapınağı mı olduğunu bilemediğim garip binanın ve kendileri görünmeyen dağların sudaki yabancı yansımalarına baktıkça bu yerin dünyanın hangi köşesi olduğunu merak edip durdum.

 

“Raylararası bir bilet lütfen,” dediğimde biletçinin kaşları kırıştı, gözlüklerinin üstünden şaşkın şaşkın baktı bana. O zaman cebimdeki yırtık sayfayı çıkarıp uzattım. Önündeki bilgisayara numarayı yazıp aradı. Bir süre sonra başını kaldırıp, “Hmm,” dedi, “böyle bir bilet var galiba… Ama daha önce hiç kesmemişiz. ” Ne yapması gerektiğine karar verememiş gibiydi. “Bir dakika,” deyip kalktı, içeri gitti. Çoğu istasyonda satılmaz bu bilet. Bırak biletçileri, müdürlerin bile haberi yoktur, demişti gezgin. Olsa da satmak istemezler. Sonunda döndüğünde elinde bir bilet vardı. Üstüne adımı yazdı, uzattı. “Al bakalım delikanlı. Yalnız dikkat et, kesin bir günü, saati yoktur bu trenlerin. Belli bir perona da yanaşmazlar. Artık kendin takip edip bineceksin. Sanırım şu anda biri istasyona girmek üzere…”

 

Bileti kapıp koştum. Sekiz buçuk treni daha perondaydı. Hemen arkasına başka bir tren yanaşıyordu. Buçuğa beş vardı. Acele edersem tarifelinin içinden geçip o trene atlayabilirdim. Peron tıklım tıklımdı. İnsanlar treni kaçırma korkusuyla kapılara hücum etmişti. Aralarına karıştım. Kalabalıkla birlikte içeri doğru sürüklendim. O sırada yanımdaki yaşlı adam benden yardım istedi. Koluna girdim. Birlikte son basamağı çıkarken ceketinin kolu kapıya takıldı. Ceketini kurtarıp adamla birlikte trene bindiğimde iki yandan iten insanların arasında sıkışıp kaldım.

 

Sonunda kalabalıktan sıyrılıp karşı kapıya vardığımda tren hareket etmişti. Ama çok hızlanmamıştı. Hâlâ atlayabilirdim. Kapının koluna uzandım. O anda bir görevli önümü kesti: “Dur bakalım delikanlı, kapıyı açamazsın!”

 

“Ama tren… bakın biletim...” gibi bir şeyler geveledim.

 

“Geç kaldın,” dedi. “Tren kalktı artık. Kapıları açmak yasak.”

 

Hızlandık. Yanından geçip gittiğimiz vagonlara baktım çaresizce. Bu trende kalakalmıştım. Nereye gittiğini bile bilmiyordum. Görevli beni aldı, baş tarafta bir vagona götürdü. “Yeni gelen,” diye, kırmızı fularlı bir kadının önüne doğru itti. Kadın, önündeki kâğıtlardan başını kaldırmadan göz ucuyla baktı bana. “Bakalım, senin için ne yapabiliriz...” Birkaç soru sordu, ama cevaplarımı dinlemedi. “Yarın sabah sekiz buçukta,” dedi giderken. “Üstüne doğru dürüst bir gömlek giy. Tıraş olmayı da unutma!”

 

Ertesi sabah bir fırsatını bulup o trene geçmeye kararlıydım. Biletim cebimdeydi. Görevliler de bunun farkındaydı sanırım, gözlerini üstümden ayırmadılar. Daha kapıya yaklaşmadan dibimde bitiveriyorlardı. Ben de bir süre bekleyip uygun bir ânı kollamaya karar verdim. Böylece her sabah sekiz buçukta öbür yolcularla beraber gelmeye başladım bu trene. Ötekini tamamen unutmuş gibi yapıyordum. Sanırım başarılı da oldum. Birkaç hafta sonra bir üniforma verdiler bana. Annem çok sevinmişti beni öyle görünce. “Çok yakışmış oğluma,” dedi. Daha sonra karım da söyledi, beni ilk gördüğünde o üniforma varmış üstümde, çok yakışıklıymışım o gün. Babamsa beni baştan aşağı iyice süzdü, ama ağzından tek kelime çıkmadı.

 

Günler sekiz buçuk, beş buçuk geçip giderken bir sabah beklediğim fırsat kendiliğinden ayağıma geldi. Her zamankinden erken gelmiştim o gün, en son vagondaydım. Onlardan biri yanımıza yanaştı, kapılarını açtı. Görevliler uzun süredir ortalıkta görünmüyordu. Sonradan öğrendiğime göre ön tarafta çıkan arbedeyle uğraşıyorlardı. Etrafıma bakındım, yolcuların da benimle ilgilenmediğine emin olduktan sonra kapı koluna uzandım. Ama açılmadı. Zorladım, işe yaramadı. Sıkıştı herhalde, diye düşünüp öndeki vagona geçtim. Onun kapısı da açılmıyordu. Üçüncü vagonda görevliler geldi, yakalandım.

 

“Ne var bunda, bırak gezsin biraz,” dedi annem. Babamsa kıyameti koparmıştı. Nereye gittiği, ne zaman döneceği, hatta dönüp dönmeyeceği bile belli olmayan trenlerde ne işim vardı benim? “O bileti hemen atacaksın,” dedi. Atmadım elbet. Uzun zaman gözüm yandaki trenlerde dolaştım. Ama bir daha onlardan birine binme fırsatı hiç geçmedi elime. Bilmiyorum, belki ben yeterince kovalamadım. Belki kapıların açılabileceğine inancım kalmamıştı.

 

Evlendikten birkaç yıl sonraydı sanırım, oğlum yeni doğmuştu, yeleğimin cebinden çıktı. Yıkanmaktan parçalanmış, rengi atmış, topak topak olmuştu. Mavisi solmuş “Ray” yazısından tanıdım onu. “Önemli miydi?” diye sordu karım. “Yok,” dedim, “unutmuştum zaten.” “Yolculuk değil mi, burda da gidip geliyorsun işte,” dedi. “Evet, ” dedim. “Hem daha güvenli.” Serserilik yaşım geçmişti artık.



“N’apıyor bu çocuk?” Kadının meraklı sesi kulağımın dibinde yine. Gözünden de hiçbir şey kaçmıyor. Cevap vermiyorum, çok geç kaldım. İlerlemeye çalışıyorum. Kapı ağzındaki itiş kakış devam ediyor hâlâ. Tren gittikçe hızlanıyor. Telaşla kapının kolunu kurcalamaya devam eden gence bakıyorum. Yakalanacak. Güvenlik şefi iki adım arkasında şimdi. Elini uzatıyor. Tam yakalayacağı anda, benim bakışlarımı takip ederek mi buluyor, yoksa eli yanlışlıkla mı çarpıyor, bilmiyorum, yukarıda bir düğmeye dokunuyor delikanlı. Kapı açılıyor birden. İçeri dolan ışıkla yüzü aydınlanıyor. Dönüp mavi bir bakış fırlatıyor bana. Sonra, elinde sımsıkı kavradığı çantası, karşı trene doğru atılıyor bütün gücüyle.

 

 “Bırak!..” diye bağırmak istiyorum. “Çantayı bırak!” Ama sesim çıkmıyor. Uzun kayışı kapının kenarına sıkışıyor. Ayağı öteki trenin basamaklarına ulaşmak üzereyken durdurup geri çekiyor onu. Güvenlik şefiyle beraber delikanlıyı tutmak için atılıyoruz. Yetişemiyoruz.

 

Kanlar içinde yatıyor raylarda. Üstünden geçen demir tekerlek gövdesini parçalamış. Yüzüne bakamıyorum. Az önceki kadının çığlıkları yankılanıp duruyor kulağımda. Rayların arasındaki çamurlu su birikintisine bulutların aksi düşmüş. İnce bir kırmızılık yayılıyor üstlerine. Birileri gelip delikanlının cansız bedenini götürüyor. Sekiz buçuk treni yirmi dakika gecikmeyle tekrar hareket ediyor.

Yorumlar

Yorum Gönder


geçişleri güzel fakat insandan bir parça olmamalıydı raylar ve gezginlere devam edip beynimizi güzel yerlerde uyuşturmalıydı

48%
52%

Beğendim. Güzel bir hikaye.

43%
57%

İnsan hayatına gönderme yaptığını anladığım noktaya kadar "çok güzel"di. Anladıktan sonra "klişe" oldu...

31%
69%

@raylar arası: Ben bu öyküyü sevdim aslında, heyecanla da okudum, ama neden canımı acıttı?

52%
48%

Yeni yorum gönder

Diğer Öykü Yazıları

Anlatmaya devam ediyordu. Gecenin başından beri konuşuyordu. Gözlerimizi açmış dinliyorduk. Dediğini ilginç kılan insanlardandı. O gelmeden önce canımız sıkılmıştı. Birileri aşk acılarından söz etti ama kimsenin aşk acısı ötekinin ilgisini çekmiyordu.

 

Ben bir tane daha alayım. Hepsini nasıl içti anlayamadan, bir tane daha. Sonra bir tane, bir tane daha. Hepsi birden içiyor, birbiriyle yarışır gibi. Herkesin elinde sigara. Önüme bakıyorum. Elimde telefonun kılıfı, yarım saattir çevirip duruyorum. Biraz daha dikkatli olmaya çalışıyorlar, pek rahat değiller.

 

Sizin hiç kendinizi çok komik bulduğunuz oluyor mu? Benim oluyor. Oluyor da bazı herkeslerden utanıyorum. Bazı da birdenbire gülmelere tutuluyorum. Bana komikliğimi yaşatan olayların birbiri peşinden geldiği de oluyor.

 

Mutlu sonlara bayılırım.


Gerçekten de bir son gerekliyse, mutlu olmasından yana oldum hep... Ne acılar içinde kıvranan bir kadına dayanabildi yüreğim ne de umutsuz bir erkeğin intiharıyla sonuçlanan bir romana.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.