Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

   

Şahane Bir Kitap


Şahane Bir Kitap

Zani, Zaniye, Zaniyeler: Natüralist bir umudun romanı




Toplam oy: 1373
Salahaddin Enis
İletişim Yayınevi

Salahaddin Enis, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşayıp eserler vermiş ve unutulmuş natüralist romancılarımızdan. Onun için unutturulmuş demek belki daha doğru. Zira bütün ömrünü Babıali’de çalışarak ve az değil, tam sekiz roman yazarak geçirmiş bu kalem adamı, sivri dili, eleştirel yapısı nedeniyle sağlığında ve ölümden sonra sanki isteyerek göz ardı edilmiş. Yaşadığı dönemin önemli kişileri, devlet adamlarından sanatçılara, şairlerden gazetecilere dek herkes onun eleştirel bakış açısından nasibini aldığı için belki, belki de natüralist romanla edebiyat dünyamızın başı hiçbir zaman pek hoş olmadığı için. İlk basılışından tam seksen sekiz yıl sonra yeniden yayımlanan romanı “Zaniyeler”, her şeyden öte, yayın dünyasının çarklarının farklı kalemleri nasıl öğüttüğü, Behçet Necatigil’in de dediği gibi Salahaddin Enis’in günümüze gelmesinin neden önlendiği üzerine önemli bir fikir veriyor.

 

Zaniyeler’in kahramanı Fitnat Hanım’dır. Bütün roman maceralarla dolu bir ömür sürmüş bu büyük ve ünlü kahramanın ağzından yazılır. Yazarı onu bize bir kadından çok Allah’ın İstanbul’a musallat ettiği bir afet olarak tanıtır. Geçtiği yollarda ölüm ve enkaz bırakan yüksek tabakadan bir kokottur o. Ancak bu tanıtımlarla masum insanı yoldan çıkaran bir baş belası sandığımız Fitnat’ın daha derinlikli bir iç dünyası olduğunu da kısa sürede anlarız. O, dışarıdan büyüklük ve ahlak timsali gibi görünen İstanbul’un elit tabakasını yıkmak üzerine hayatını kurgulamıştır çünkü.

 

Konyalı bir tüccarla sırf para için evlenen Fitnat, kısa sürede bu evlilikten bunalarak İstanbul’a döner. Kendi ailesinden çok farklı bir hayat yaşayan teyzesi Münevver’in çevresine girip çıktıkça, kendi masumane hayallerinin ötesinde bir İstanbul’la karşı karşıya olduğunu anlar. Birinci Dünya Savaşı’nı yaşayan İstanbul, sözde vatanseverlerin, yeni türemiş görgüsüz zenginlerin yatağı olmuştur. Her türden ahlaki çöküntü lüks salonlarda açıktan açığa yaşanmaktadır. “İlk gez bu akşam gerçek İstanbul’la karşı karşıya geldim. Bunların arasında kimler yoktu? Nazırlar mı, memleketin en yüksek en ünlü şairleri mi, gazetecileri mi, düşünürleri, vatanperverleri mi, kimler yoktu? .. Bu, İstanbul’da bir nitelik ve büyüklük meclisi değildi. Bu gerçek bir Babil’di. Tümü içkinin etkisiyle manevi elbiselerinden sıyrılarak içyüzlerinin olanca çirkinliği ve tüm çıplaklıklarıyla meydana çıkmışlardı.”

 

Kısa sürede bu görkemli hayatın kör edici etkisinden kurtulan Fitnat’ın içi intikam arzusuyla dolar ve güzelliğini memleketin içini boşaltan türlü zenginlerin ceplerini boşaltmak, onları kendi şahsi felaketlerine sürüklemek için kullanmaya başlar. Kocasını terk eder ve yüksek tabakadan çeşitli kişilerle metres hayatı yaşayarak geçimini sürdürür. Bir yandan içinde yaşadığı hayattan ve insanlardan tiksinirken diğer yandan hastalıklı bir şekilde bu hayatı sürdürmek için elinden geleni yapmaktadır Fitnat. O, bu hayatı sürdürürken biz okurlar da onun gözlerinden 1900’lü yılların İstanbul’unun çeşitli yönlerini görürüz. Bir yanda hemen her ev an az üç erkeğini savaşta kurban verirken diğer yanda savaşa asker gönderme kararnamelerini metreslerinin koynunda, sarhoş bir halde imzalayan devlet adamları vardır. İstanbul, neredeyse açlıktan ölürken, savaştan nemalanan tüccarlar şampanya banyoları yapmaktadır. Fitnat bize tüm bu çelişkileri bir bir ısrarla gösterir. Onun boy gösterdiği salonların gözdelerinden Yahya Cemal’in Yahya Kemal, Cemal Tahir’in Celal Sahir, Rifat Melik’in ise İzzet Melih olduğu da açıkça bellidir. Diyebiliriz ki yazar, hem ahlakdışı sahneleri anlatmakta hem de bu sahnelerin gerçek kahramanlarını açık etmekte hiçbir sakınca görmemiştir.

 

Salahaddin Enis’in Fitnat’ı bir yönüyle Daniel Defoe’nun Moll Flanders’ini anımsatır bize. Aynı para hırsı, aynı yozlaşmışlıktan beslenen ruh, aynı bencilleşmiş taş yürek, aynı yaşadığı dönemin kurbanı olmuş benlik... Ancak Defoe’nun Moll Flanders’ı bir karakter olarak hiç uslanmaz, O yedisinde neyse yetmişinde de aynı kötü kadındır, Salahaddin Enis’in Fitnat’ı ise uslanmaya oldukça yatkındır. Sanki Fitnat, bu yoz hayatı, ruhunda olduğu için değil de, biz okurlara göstermek için yaşamaktadır. Nihayetinde eski mazbut yaşamına dönüşü de bunu kanıtlar.

 

Zani zina eden erkek anlamına gelir, zaniye ise zina eden kadın. Salahaddin Enis başkahramanı bir kadın olduğu için mi bu ismi kullanmıştır yoksa kimilerinin eleştirdiği gibi hafif bir kadın düşmanlığı mı yapıyordur? Romanın ismini boş verip içeriğine gelince yazarın kadın erkek fark etmez, her yaştan ve cinsten zina eden insanları konu ettiği görülür.

 

Tüm zani ve zaniyelerin kısa süre içinde çökecekleri, yozlaşmanın felaket getireceği görüşü üzerine kurulan romanın, yazarın temelde natüralist anlayışıyla tuhaf bir şekilde çeliştiğini görürüz. Salahaddin Enis bir umudu, hayatın gerçeği olarak yansıtmıştır “Zaniyeler’”de. Belki, onun kendi tanık olduğu yozlaşmış hayatlar bireysel olarak çökse de, Babil’in gerçekte hiç çökmediğini biliriz. Yine de Salahaddin Enis’in bize çelişkili gibi görünen bu naif tarafı içimizi rahatlatır, birilerinin kaldırımlarda sürünen aç bir sınıfın, tok bir sınıfa karşı duyduğu intikamı almakla Fitnat gibilerini görevlendirdiğini hayal etmek sanki bize yeter...     

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şahane Bir Kitap Yazıları

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım.

Ölmek ve gülmek kelimeleri yan yana çok da gelmez. Belki fonetik olarak ya da bir şiirin kafiyesi olduğunda yakalanan uyum kulağa hoş gelse de ölüm ne olursa olsun acı verir insana. Gülecek yanını bulmak zordur ölümün. “Sen adamı öldürürsün” diyerek kahkaha atarken bile güldürmek ve öldürmek aynı cümlede geçti diye kısa süreli bir sarsıntı geçirdiğimiz olur.

Mehmet Akif’in seciyesini en çok şu üç şey inşa etti der Mithat Cemal Kuntay: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müspet ilimli mektep. Bu üç dayanağı anlamak, Türkiye’nin ve şiirin zeminine dair iyi bir fikir verecektir. Akif’te tarih kültürel bir miras değil. O bunu çok erken zamanda anlıyor ve Namık Kemal’in korktuğu varoluş krizinin ortasında kendisini buluyor.

Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.