Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Ahmet Ümit

“KUZGUN”A NAZİRE



Zayıf
Toplam oy: 1047

Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

Beklerken sabahı, ilişti gözlerime bir odanın sıcak aydınlığı.
Bir de adam vardı içeride, solgun bir renk vurmuş gözlerine
Örtünmüş gecenin sessizliğini, derin derin düşünmekte
Katlanamayıp soğuğa, uçtum yüzü kederle güzelleşen adama
Mezar taşını andıran bir koltukta oturan, o yıkılmış adama
.

Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken bitkin ve tasalı
Üzerine yabansı, tuhaf artık unutulmuş külliyatın
Uykunun eşiğinde düşerken başım öne,
aniden bir tıkırtı geldi içeriye

Sanki biri usulca vurdu, vurdu kapısına odamın
"Bir ziyaretçi olmalı," mırıldandım, "bir ziyaretçi çalıyor kapısını odamın
                    Yalnızca bu, başka bir şey değil."

Korkunca kanatlarımın sesinden, ürküttüm onu istemeden,
Başladı kendi kendine konuşmaya, belki de ihtiyacı vardı bir arkadaşa
Nasıl bir acıydı onu içine döndüren,
                uyanıkken kâbuslar
gördüren,
Keşke konuşabilseydim,
                keşke bu düşküne yardım
edebilseydim
O ise unuttu bile beni, unuttu odasına vuran kara gölgemi.
Mırıldanıyor dudakları, canlanıyor gözlerinde acı bir anı.


Ah, çok iyi anımsıyorum, solgun bir Aralık’tı
Ölen her kor bırakıyordu hayaletini döşemeye ayrı ayrı
Nasıl diledim nasıl, bir sabah olsa;
ödünç almak için aradım kitaplarımda

Boşuna acının sonlandığı anı -yitirdiğim Lenore'un verdiği acı-
O eşsiz, ay yüzlü masum kız,
meleklerce konmuştu Lenore adı,

               Sonsuzluğa karışan o yitik adı

Mırıldanınca o kızın adını, sanki yeniden yaşıyor o tutkulu anı
Bir hayalet salınıyor tüllerle, salınıyor bir kız görünümünde.
Salınıyor bu yaralı adamın alacakaranlık yüreğinde,
Bitmek tükenmek bilmez o uğursuz kış gecesinde,
Yüreğinin sesini bastırıp,
            duymaya çalışıyor o hayaletin fısıltısını
En sıcak mırıldanışların bile yerini tutamayacağı
            o hayaletin tatlı fısıltısını

 

İpeksi mor perdelerin üzgün, kararsız sesi

Ürküttü beni - o güne kadar hissetmediğim
                    bir dehşetti kaplayan içimi

Hızla çarparken yüreğim, sürekli yineledim
"Bir ziyaretçi," dedim, "içeri girmeyi diliyor kapısında odamın
Geç kalmış bir ziyaretçi, girmeyi diliyor kapısında odamın,
                   Hepsi bu, başka bir şey değil"

Bir kıpırdanış, fark ettirdi beni, fark ettirdi kara gölgemi.
Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu;
Ona yardım etmek için pencereye konduğumu.
Cinnetini büyüterek içinde,
             savuruyor belleğini  rüzgârların önüne;

Gizli bir zevk de alıyor bundan, damarlarında dolaşan o acıdan.
Hissediyorum bunu ötelerden
             görüyorum yüzünü pencerenin kafesinden
.

Ruhuma güç geldi aniden, artık ikircime düşmeden
"Bayım," dedim, "ya da bayan, diliyorum sizden affımı
Ancak şudur ki olan, uyukluyordum aniden geldiğinizde,
Çalındı belli belirsiz, kapımı tıkırdatan sizdiniz;
Öyle usulca gelip tıklattınız, tıklattınız ki kapımı;
Emin olamadım duyduğuma bir tıkırtı”

      " - İşte açtım ardına dek kapımı;-
       Yalnızca karanlık, başka bir şey değil.

Yanlış yerde arıyor beni,
            insan sanıyor bu solgun sislere gizlenen kara gövdemi
bekleyeni.
Genç olmasa da hiçbir şey öğrenememiş yaşamdan;
Ölmüş sevgilisinin geri döneceğini sanıyor karanlığın bağrından.
Kahrediyorum dilsizliğime, seslenmek isterdim bu talihsiz şaire;
Boşuna dikme gözlerini gecenin sisine,
            o genç kızın hayalini sakın
bekleme,
O çoktan karıştı toprağın tenine, çoktan alıştı sessizliğin sesine.

Karanlığın derinliklerini gözledim,
          uzun süre orada korkuyla merakla bekledim

Şüpheyle düşledim hiçbir ölümlünün
          düşlemeye cesaret edemeyeceği düşleri;

Ama sürekliydi sessizlik ve durağanlık yanıt vermedi
Söylenen tek sözcük, fısıldanan bu addı, "Lenore!"
Fısıldadım, yankı bana fısıldadı yeniden, "Lenore!"
          Yalnızca bu, başka bir şey değil.

 

Lanetin düşlerinde gizliyor bu adam,
           aklını karanlıkla köreltiyor;
Yetmeyince gerçeğin yavan tadı, sıradanlığın silik anı,
çarmıha gerilen ruhuna kederden bir krallık kuruyor;
Karabasan adım adım zapt ederken gecenin ülkesini,
O hala arıyor narin bedeni çoktan soğuyan sevgilisini
O hala arıyor genç bir kadının sıcak nefesini.

Odama döndüğümde, bütün ruhum yanıyordu bedenimde.
Yeniden duydum öncekinden daha güçlü bir tıkırtı,
“Eminim,” dedim, “Eminim bu bir şey penceremin kafesindeki;
Bakmalı ne ise oradaki, çözmeli bu sırrı,
Susturup bir an kalbimi, çözmeli bu sırrı;”
             Yalnızca rüzgar başka bir şey değil.

 

Kendini kandırarak bu sözlerle uzandı pencereye,
Uzandı elleri titreyerek, uzandı korkusunu yenerek,
Hoşuma gitti bu cesur tavrı; ne yapıp edip ona destek olmalı.
Pencerenin kuytusuna girince, bakışları mahmurlaştı birden
Gecenin matemiydi gözbebeklerinde yüzen;
Çekildim usulca kenara; bekledim pencereyi açsın bana.


Kepengi açınca, gördüm kanat çırpan telaşla,
Geçmişin kutsal günlerinden gelen heybetli bir kuzgun,
Aldırmadan hiç bana, durup dinlenmeden bir dakika,
Bir lord ya da lady edasıyla tünedi odamın kapısına,
Tünedi Pallas büstüne, duran kapımın hemen üstünde;
                    Tünedi ve oturdu, başka bir şey değil.


Neden içeri girdiğimi anlamadı, öylece dondu kaldı.
Korkuyla açılmış gözlerini parıltılı tüylerime dikerek;
Kışkırttı uğursuz düşlerini kara görüntümü bahane ederek,
İstemezdim benden korkmasını, yanlış duygulara kapılmasını,
Bir kuş neden bir insanla dost olmasın,
           eşit canlı gibi konuşmasın?
Ama o da ne, yüzündeki gerginlik bıraktı yerini gevşemeye.

Bu abanoz siyahı kuş takındığı sert, kara ifadeyle,
Döndürdü kederli halimi bir gülümsemeye,
Dedim: "Kesinlikle korkak değilsin,
      kırık olmasına rağmen sorgucun,

Gecenin kıyısından gelen, korkunç, zalim ve kadim kuzgun,
Söyle nedir gecenin ölüler kıyısındaki adın!"
      Dedi: "Hiçbir zaman!"

Kahretsin! Yine o laflar çıktı ağzımdan,
Oysa kafam yepyeni düşüncelerle dolu,
        hasada hazırlanan tarla gibi,
Başka sözcüklere de dönebilse şu kopası küçük dilim,
Bu bahtsız adama bir çıkış yolu gösterirdim.
Ne yazık ki aklım söz geçiremiyor dilime,
      Ne kadar zorlasam da nafile,
Başka bir şey dökülmüyor ağzımdan: “Hiçbir zaman.”

Şaşırdım bu tuhaf kuşun konuşmasına böyle açıkça,
Anlamsız ve ilgisiz olmasına rağmen yanıtı;
Katılmadan edemeyiz bu fikre,
kutsanmamıştır hiç kimse
Oda kapısının üstünde bir kuş görmekle;
Kuş ya da canavar tüneyen kapının üstündeki yontulu büstte
     Anılan “Hiçbir zaman” gibi bir isimle.

Adım, “hiçbir zaman” değil diye haykırmak isterdim bu adama,
Kuşlarla canavarları bile ayırt edemeyen bu tuhaf varlığa;
Zevk mi veriyor bu çektiğin acı, unut artık o talihsiz kızı.
Kederlenmek daha mı kolay yaşamaktan,
    Usanmadın mı yas tutmaktan.
Dışardaki fırtına geçici,
     dağılan bulutlar yarınki güneşin müjdecisi;
Söyleyemiyorum bunları; tekrarlıyorum hep aynı lafları:
    “Hiçbir zaman!”

 

Ama kuzgun tek başına oturarak uysal büstün üzerine;
Yalnızca o tek sözcüğü söyledi,
     o sözcüğü taşıyordu ruhunda sanki;
Ne tek bir tüyünü kıpırdattı, ne de ağzından başka bir şey çıktı.
Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar,
    “Daha önce diğer arkadaşları uçtu gitt;
Yarın o da terk edecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi.”
     Ama kuş dedi; “Hiçbir zaman!”

Hep üstün görmüşümdür bizim kuşları, akıllı insanlardan;;
Daha değerlidir basit bir yaşam, aşktan, tutkudan, ihtirastan;
Ama birbirine kenetlenmiş bu kara gagam, utandıryor beni.
İlk kez pişman oluyorum sıradan bir kuş olmaktan.
Yılgınlık çöküyor üstüme,
     insanlar gibi konuşamayacak mıyım diye.
Ama aynı sözler dökülüyor yine ağzımdan: Hiçbir zaman!


Ürktüm sessizliği bozan bu yerinde yanıttan,
"Kuşkusuz," dedim, "bildiği bu birkaç sözcüğü,
Öğrenmiş, insafsız belaların kovaldığı mutsuz bir sahipten;
Şarkıları tek nakarat oluncaya kadar kovalanan o mutsuz kişiden.
Öğrenmiş, umudun ağıdı olan şu kederli nakaratı:

 "Hiç-hiçbir zaman!"

 

Hiç sahibim olmadı benim, bunun için kanatlarıma şükrederim.

Korudu beni insanların elinden, bu zalim türün şerrinden.
Öğrendim bu sözcükleri bir kuzgundan;
Sormuştum ona: Neden böyle acımasız bu insan?
İyilik derken kötülük mü yapacak?
    Düzelmeyecek mi, hep böyle mi kalacak?
Arkadaşım dikerek gözlerini yüzüme, dedi:
    “Hiçbir zaman!”


Ama kuzgun hala döndürüyordu
       kederli ruhumui gülümsemeye,

Bir koltuk çektim önüne, kuşun, büstün, kapının;
Gömüldükçe kadife yastığın içine, gömüldüm hayalden hayale,
Düşündüm geçmişten gelen bu uğursuz kuşun;
Geçmişten gelen bu zalim,
      tuhaf, korkunç, sıkıcı, uğursuz kuşun.

       Ne demek istediğini o ilençli sesiyle "Hiçbir zaman!"

Arkadaşımın sözlerini yinelerim, bu ölümlü değişsin isterim.
Ama hoşlanmıyor benden ya da küçük görüyor kendinden.
Aldırmadan bana, oturdu kapının önündeki minderli koltuğa;
Daldı hayalden hayale, kapıldı düşünceleri yine ölmüş sevgiliye.
Bu aptallığa dayanamadım,
    "unut onu!" diye haykırmaya çalıştım.
Fakat heyhat, döküldü yine ağzımdan aynı nakarat:
      "Hiçbir zaman!"


Oturup, tahmine koyuldum tek hece söylemeden,
Ateşli gözleri kalbimi dağlayan kuşa;
Tahminimi sürdürdüm yaslayarak başımı;
Lambadan süzülen ışığın aydınlattığı
     yastığın kadife kumaşına,

Lambanın aydınlattığı menekşe moru kadife
     şekilleniyordu ışıkla;

     O hiç yaslanamayacak, ah! Hiçbir zaman, bir daha!

Hiç etkisi olmadı sözlerimin,
   daldı gitti, daldı gitti odanın karanlığına,
Soluk almak, yemek içmek, ısınmak neden yetmiyor bu adama?
Neden anlam katmak istiyor,
   anlama gereksinimi olmayan yaşama?
Birden umutla kıpırdadı gözbebekleri,
   fırladı sanki bulmuş gibi çareyi.
Coşkuyla kapıldım ben de, ha gayret kurtuldun,
   demek istedim iyi niyetle
Ama yine de sözcükler döküldü ağzımdan:
  "Hiçbir zaman!


Sanki hava ağırlaştı
görünmez bir buhurdandan gelen kokuyla

Ayak sesleri tüylü zeminde çınlayan melekler sallandıkça,
"Zavallı," diye bağırdım kendime,
   "Tanrın gönderdi sana
melekleriyle,
Dur – bir an dur ve unut Lenore'un anılarını.
İç, kana kana iç bu iksiri,
    unut artık şu yitik Lenore'un aşkını!"

Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"

Yine yanlış anladı beni, yanlış anladı, iyi niyetli laflarımı,
Nasıl anlatmalı, nasıl duyurmalı bu aşk delisine düşüncelerimi?
Belki dinlerdi beni, olsaydım şu genç sevgilinin narin hayali;
Anlatırdım geçiciliğini acının;
    Tadını çıkar derdim b u güzel yaşamın.
Ama olmuyor işte, açılınca gagam,
   dökülüyor aynı sözcükler ağzımdan:
“Hiçbir zaman!”


"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan,
   yine peygamber!-

Bir kışkırtıcı mıydı seni gönderen,
   ya da fırtına mı vuran bu sahile,

Issız ama korkusuz, bu terk edilmiş yere büyülenmişcesine-
Korkunun kol gezdiği bu eve -yalvarırım bana doğruyu söyle-

Var mı? Var mı umar Gilat’ta? -söyle- yalvarırım söyle!"
    Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"

Sinirlendirdik gene onu, tehdit edercesine uzattı gergin kolunu,
Kollamalı kendimizi bu meczubun öfkesinden,
    ölmeyelim, iyilik yapalım derken
tanrılar, dinler, umar saçan kutsal yerler, ne bilirim bunları ben;
Ya peygamber diyor, ya şeytan,
Belki doğru sözcük çıkar diye topluyorum dikkatimi
    Küçük dilimin üzerinde;

Ama izin vermiyor gagam, hep aynı söz, hep aynı nakarat
“Hiçbir zaman!”

"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan,
   yine peygamber!-

Üzerimizde uzanan cennet adına,
    ikimizin inandığı tanrı adına;

Söyle bu hüzün yüklü ruha, o uzak cennette,
Sarılabilecek miyim, meleklerin Lenore diye adlandırdığı
    o erdemli kıza?

Sarılabilecek miyim meleklerin Lenore diye andığı
    o eşsiz, ay yüzlü kıza?

   Kuzgun dedi: "Hiç - hiçbir zaman!"

Başka ne diyebilirim? Sana nasıl seslenebilirim?
Bilmiyorum ki yeryüzünden başka bir cennet,
     doğadan başka tanrı?
Yalan mı söyleyeyim seni avutmak için,
    hem istesem de yapamam bunu.
Yanlış yaptım galiba bu eve girmekle,
    bu düşkünün dünyasında yer edinmekle.
Uçup gitsem pencere kapalı, bu odadan nasıl çıkmalı,
    aç diye yalvarsam,
Biliyorum yine aynı sözcükler çıkacak ağzımdan
    “Hiçbir zaman!"


"Bu sözcük ayrılığımıza işaret olsun
     kuş ya da iblis!" diye haykırdım-

"Geri dön fırtınana, dön gecenin ölüler kıyısındaki diyarına!
Tek bir kara tüyünü bile bırakma hatırası olarak
   ruhunun söylediği o yalanın!
Bırak olduğu gibi yalnızlığımı! Kapımın üstündeki büstü terk et!
Gaganı çıkar yüreğimden, suretini kapımdan al git!
    Kuzgun dedi: “Hiçbir zaman!”

 

Ben de kutulmak istiyorum senden, senin o tuhaf düşüncelerinden,
Atmak istiyorum seni rüzgara,
    dilediğince savursun beni bulutlara;
Gökyüzünün oğluyum ben, kutsal yalanlara karnım tok;
Bıktım şu hastalıklı görüntünden, çökmüş halinden,
    Uğursuz sevginden.
Ne halin varsa gör, düşüncelerini kehanetle ör,
   yalnızca aç şu kapını bana;
demek istiyorum ama, yine aynı nakarat dökülüyor ağzımdan:

"Hiçbir zaman!"


Kuzgun kanadını bile oynatmadan oturdukça oturdu,
Oturdukça oturdu oda kapımın hemen üstündeki
      Pallas büstünde;

Vuruyordu kara gölgesini yere lambadan yansıyan ışık
Ve benziyordu gözleri hayal kuran bir şeytanın görüntüsüne,

ve kapalı kaldu ruhum bu zemini kaplayan kara gölgenin içinde,
      Kurtulamayacak - Hiçbir zaman!

 

Takılıp kaldım burada, bu çılgının kâbuslarıyla bunalan odada.
Dinlemedim tüyleri ağarmış arkadaşımı,
   kendi elimle soktum kendi başımı belaya;
Dayanmalıydım dışarının ayazına,
  aldırmamalıydım bu şairin içler acısı durumuna;
Övünürken insana tutsak olmadım diye,
   şimdi kaldım bu zırdeliyle baş başa
Kurtulamayacak mıyım bu odadan,
   Kurtulamayacak mıyım bu zırvalardan.
Açılınca gagam aynı sözcükler dökülüyor ağzımdan:
“Hiçbir zaman!”



çev: Burçak Özlüdil

 
kuzgun'u "seslendiren": Ahmet Ümit

 



  Mahmut Temizyürek

 KARGA MI, ANGUT MU, BAYKUŞ MU, PAPAĞAN MI BU KUZGUN?

 

Çeviri şiirde bizi rahatsız eden nedir? Başka bir dile göçerken iki dil arasındaki mesafenin yarattığı yıpranma, aşınma, yorgunluk mu? Şiirin yazıldığı dildeki duygusunu, ses tonunu, imgenin iç mantığını, sözcüklerin birbiriyle kurduğu gizemli ya da apaçık bağı hissedememek mi? Bunların bazıları mı, hepsi birden mi? Başka şeyler de var; ama ya yukaırakinde?

 

Yukarıdaki şiirde bambaşka bir durum var. Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun”una nazire olsun diye yazılmış bold ve italik bölümler. Poe’nun Kuzgun şiiri, bir geceyarısı, ölmüş sevgilinin anılarına dalmış bir adamın kederli anında içeri giren bir kuzgunun geri gelmeyecek olana dair o katı gerçeği hatırlatışına (“Hiçbir zaman!”) karşı çaresiz direnişinin şiiridir. Şiir, öyle başlıyor: Poe, merhametsiz, sıkıntı verici (kasvetli) bir gecede ölen sevgilinin hayaline dalmış düşünüyor (Sevgilisinin adı Lenore, başka bir şiiri daha var Lenore’un ölümü üzerine). Ümit’se kendi kuzgunun gözüyle adamı düşünüyor. Şairle kuzgunun uzlaşmaz bir karşıtlığı var. Ama bu uzlaşma mı, sırnaşma mı, sözleri kendine hikmet gibi gelen kuşun mantığıyla şairin yası arasındaki o asla karşı karşıya getirilemez tuhaflık mı? Ahmet Ümit bu tuhaflığı da başarıyor.

 

Poe, merhametsiz bir gerçeği, umarsız bir yası, kayalara bağlı Prometeus’un çaresizliği ( “”Gaganı çıkar yüreğimden”) kızgınlığıyla yaşıyor. Promete’nin ciğerini oyan kartal gibi. Poe’da kartal kuzguna dönüşmüş, ölümlülüğün acımasız gerçeğini, kaskatı hatırlattıkça oyuyor ruhunu şairin. Poe’nun Kuzgun’u, aklın anlamadığı hakikatin, gizemin, gerçeğin üstündeki “gerçeğin” temsilcisi. Ahmet Ümit’in Kuzgunu’’ysa, Lapalis gerçeğinin (“Ölmeden biraz önce yaşıyordu zavallı Lapalis”). Kuzgun acımasız doğa gerçeğini simgeliyor (diyelim). Poe’nun yası da bu yüzden ve şiir zaten bu duyguyla yazılmış. Özgün şiirde Kuzgun kapıdaki Pallas heykelini üstüne konuyor; Tanrıça Atena’nın, kaza sonucu ölümüne neden olduğu arkadaşının anısını yaşatmak için yaptığı düşünülen şu Pallaidon heykelinin. Ümit’in kuzgunun konumuysa belli değil; pencerede mi, kapıda mı, odanın içinde mi?

 

Şairle bu yeni “kuzgun” arasındaki “yaman” çelişki, yerli şairin bir zihin tasarrufu mu, yeni bir hikmet bulgusu mu, yoksa Türkçenin şiir algısında bir farklılık mı? İkisi de anlatı dilinin doğrudanlığında yazılmış, ama hayır; Poe’daki duyumsayış, öznenin duygu halini daha çıplak, daha doğrudan vermekte, yeni kuzgunun özgün şiirin sorunsalından çavmışlığı ve asıl Kuzgun’la empati kuramayışı çok aşikar. Çünkü, Ümit’in “nazireci” Kuzgun’u, ibliscesine (bu benzetme Poe’nun, Ümit’in dizelerindeki Poe ise, “kuşlarla canavarları ayırt edemeyen bu tuhaf valı(k)” ) acımasız gözüyle görüyor adamı. Ne var bunda? (Komet’in sesini duyabiliriz burada: “olabilir, olabilir”.)

 

Ama kederli adama yardım etmeye gelmiş bu yeni Ümit Kuzgununun ağır suçlamaları var: “Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu /ona yardım için pencereye konduğumu.” (Hayır, yardıma gelmiyor önce, soğuktan kaçarken sığındığı bir sıcak ev; ama bakıyor ki içerde kederinden yanıp tutuşan bir adam var, birden misyoner kuşa dönüşüyor, sonra bir tuhaf diyalogsuzluk başlıyor ki, düşman başına.)   Anlayışsızlığı bir yana, “soluk almak, yemek içmek neden yetmiyorsa bu adama” diyor ve ölen sevgilinin yasını tutuyor olmasını insanın aptallığı sayıyor. Ümit Kuzgunu’na bu da yetmiyor; insan hakkında atıp tutmaya başlıyor: Ona göre, insan böyle “tuhaf” bir varlık; şükretmeyi bilmediği gibi, ne korkunç kötülükler ediyor kendine ve başka insanlara. İnsanın insana ettiğini canavarlar bile etmez diyerek Hobbes’vari kötümser yargılar bile yürütüyor Ümit’in kuzgunu. Doğru olsa bile, bu şiirde bu doğrunun yeri ne? Poe çırpındıkça sırnaşıyor Ümit kuzgunu, adamın elinde anılarından başka tutamak kalmamışken, belki döner gelir gibi zayıf bir umuda tutunmuşken, o durmadan “hiçbir zaman, hiçbir zaman” diye sesleniyor, zavallı kederli adama. Oysa kuzgun kendine göre nasıl da iyiniyetli: “keşke bu düşküne yardım edebilseydim”. İnsanın bu şair türü, anlamıyor bir türlü, “hiçbir zaman!” sözündeki hakikati. Çağrılmamış bir canavar, bir iblis, adamcağız kederiyle baş başayken kuzgunun nazarındaki acımasızlık çileden çıkarıyor ama yine de, yastaki merhametten olacak, atmıyor yanındaki kalın cildi kuzgunun kafasına. Ümit’in kuzgunuysa anlamıyor, hamasi öğütlerle çıldırtıyor adamı. Adam iyice bitkin düşüyor gecenin sonunda.

 

 

 

Siz olsanız ne yapardınız? Fırlatmaz mıydınız kitabı Ümit’in kuzgununa? Kuzgun mu baykuş mu, angut mu, karga mı o da belli değil pek. Şunu da biliriz ki, “nazire” bir şairin sevdiği başka şairin bir şiirine öykünerek yazdığı güzellemedir. Ama buradaki nazirede, öykünülen şair “hayalci”, öykünen kendisiyse hayatın tüm hakikatine ermiş bir hikmetli şair olarak karşımıza çıkıyor. Ölüyü unut, soluğunu sev, ekmeğini ye, ateşine tutun, sıkı sıkıya sarıl hayata. Bu yeniliğe önce kuzgunlar gülmezse başka kimse gülmez. Toparlayalım; çeviri şiirin kaybı bu örnekte dilden değil, gönülden kaynaklı ve yepyeni bir fenomen. Olan bitenin özeti şu eski tekerlemeye benziyor: “Baba bir hırsız (burada kuzgun oluyor) tuttum /-Getir/ Gelmiyor/ -Bırak gitsin! / Gitmiyor / -Sen gel o zaman / Bırakmıyor.”

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.