Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Riitta Cankoçak

bilmece




Toplam oy: 1576

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

kış bahçeleri  sever  gibi yaşamaktan ,

vakit bulamıyor ,

gül kokması gereken gecenin hakaretini

dinlemeye.

dayanılmaz anlara binerken

damarlarının mavi meleği

biliyor,

dipten yükselen ağıt tehlikeli.

gün doğarken tam,

soruşturma açılır.

çturicek çicek. kördür aydınların gözleri,

konuyu kapatmadan 

konuşuyordur, söylüyordur, anlatıyordur

 dır da dır dır, yapıyordur da

sesini çıkarmadan

ve dağınık dudaklarının beşiğinde devrim

kedi gibi büzülecek cümle ararken

“gitme”

yalvarır

“burada sev” 

gidilecek yer

 ölümdür. 

 

aklını alır.

aklı gider 

ve en kötüsü aklında kalır

terk edilmiş tarih.

dehşet dolu bir depodur zaman

darbenin soğuk teri

lalelerin nüvelerini yok ederken

utanç çiğ çiğ buharlaşır. 

evi yok hayatın. evren de öksüz

yüzsüzlüğün koynunda 

yüzünü yıkar yargının

çaktırmadan.

üç boyutlu efendinin büyüğü taşta değil, 

ilk taşı atanın elindedir.

ey, şu efendiler bir türlü paslanmıyor,

ama 

amalar her zaman geç uyanır. 

çünkü bir neden bulamıyor kendi şaşkınlığına. 

küçüklüğünün farkında olmak bir kök değil midir,

bir çekirdek kadar olmak? ya da deniz, tek bir yaş.

ve sonrası ama 

tek tek tek olunca,

bir yağmur olamaz mı, ama.

o zaman seç! ya deniz ol, ya da gemi!

 

ve gör

nasıl çözülür kendiliğinden halatları

yoksul düşüncelerinin.

çünkü deniz paslanmaz ki.

ama hala ama 

su, neden orada var, burada yok.

neden uzakdoğu uzaktayken batı bu kadar yakında

ya da nedir ki bir ülke

bir candan başka

aşktan aşka akan af

gemisiz kalmış kaptanların  dermanı

şapkalarında sakladıkları mehtap.

parlıyor mu? parlıyor

ama sabah da uyanıktır sonuçta.

niyetlendiğinde doldurur 

karanlıktan kalma sevgililerin 

çıplak karınlarını.

kaldırıyor  gümüşten derilerini .

''saatlar olsun'' biri hala seviyor demek. ''saatlar olsun.''

neymiş  sevmek, kimin hediyesi

aydan her gece boşluğumuza  düşen

bulamadığımız bir bilgi mi.

 

bağrındaki ışık kimsenin değil

ama kimsesizler herkesindir.

yalnızlık 

atlarla gider, yosunlarla döner. Her gece.

çevreden çevreye.dolaşır.kenarların etrafında.

 

ki

içi duruyor. özgürlük bir yere kıpırdamıyor.

 

yoksa

vah vahların vadisinde

kah kah kahvesinde

tutkusu tutuklanırken

simitin boşluğunda göbek atarken

susmak üzeredir soba.

 

vatan soyunur soyunur soyunur, 

terlik arar, terlik terlik.

çaydanlık yakalanır. eyvah. çay var. çay çay çay

taşfırın erkeği karpuzcunun karısıyla bir şeyler pişiriyor

dantel dantel simalarda

aşk dolması yaparlar, zeytinyağlı.

 

ama

kaçıncı tanrı misafirliğimiz

saymadık diye

şahane şehirlerde 

kargalar köpürüp kurgusuz,

saçmaların suskun zehri

caddelere dökülürken

akrepler

yanarken

sanrıların yaladığı vücutlarda

o eski hasretin tuzağına düşmüşler

derken

yanıt var da

soru yok

 

ki bazı ırklar daha beyaz

tarih hin, hain ve uzak

ve küçümsemelerin gövdelerinde demlenmiş 

bilmecenin

cevabı yine de 

sen olursun…

sabah ısrarlıdır, ayak izlerinde

dalgaların da savunmasıyla

doğururken 

bir daha memleketi 

harlı bakışında gözbebeğinin yunusu,

bildiğimiz bu dünyadır!

 

O, güzel de olabilirdi…

 



  Mahmut Temizyürek

 

GÖÇMEN KUŞUN SENFONİK ŞARKISI

 

Riitta Cankoçak; bir göçmen, bir göçebe; dünyayı dolaşıp Anadolu’ya göçmüş. (Yazıda bundan sonra Riitta diye geçecek. Tanıdığımdan değil, bu adın ana dili Fince’nin anısını taşıyan bir sesi olduğu için.) 19 yaşından bu yana dilden dile geçmiş, sonunda Türkçede kendine yeni sığınaklar bulmuş bir şair. Türkçede iki şiir kitabı yayımlandı: İlkinin adı onun halini açıklıyor: “Göçmen Kuş” (Adam Y. 2004). İkinci kitabı Hurilere Mektuplar (2011, Yasakmeyve Y.) İlk kitabında tedirgin bir kuş gibiydi, yabancı bir diyarda olmanın, başka bir dilde yazmanın tedirginliği; ama ikinci kitabında bu tedirginliğini de aşmış, Türkçe ile dans edebilecek, senfonik bir metin oluşturabilecek kadar yetkinleşebilmiş. Dahası var: Riitta’nın Fince’den göçüp Türkçeye konduğu ve getirdiği imgesel ve tematik muştular var. Bunları görmek,  değinmek, değerlendirmek Türkçe yazanların boyun borcu. Biz şimdilik “bir dilden bir dile göçmek” konusuna bir daha dönelim.

 

Yeni bir olay değil kuşkusuz bu göç. Babil Kulesi artığı dünyada, baskıyla ya da “efendi”nin dilini içselleştirmenin sonucu anadilinden başka dilde yazan şair ve yazarları tanıdık. Bunlarla birlikte başka dile iltica etmeyi gönüllü  seçmiş göçmenleri okuduk. Birinciler hakkında bir dönem epeyce sert tartışmıştık. (Yasakmeyve Dergisi, sayı 6 ve açtığı tartışmaları kastediyorum). Bu tartışmaya Orhan Koçak dünyanın bazı şair-yazarlarını hatırlatarak şu sözlerle katılmıştı: “Mesela Polonya kökenli Guillaume Apollinaire, 20. yüzyıl Fransız şiirinin en büyük temsilcilerinden biri değil miydi; Avusturyalı şair Rilke, bazı en güzel şiirlerini Fransızca yazmamış mıydı; yine Polonya'dan gelen Joseph Conrad, geçen yüzyılın en büyük İngiliz romancılarından biri olmamış mıydı; ve İrlanda kökenli Samuel Beckett önce İngilizce yazarken sonradan Fransızcaya geçmemiş miydi, vb. 

 

Bu örnekleri öne sürenlerin görmediği, belki görmek istemediği gerçek şudur: Anılan yazarların hepsi de -bireysel psikolojik güdülenmeleri ne olursa olsun- anadillerinden başka bir dile özgürce, kendi istekleri doğrultusunda göç etmişlerdir. Bu şair ve yazarların anadilleri, doğdukları ve en azından bir süre yaşadıkları ülkede, herhangi bir devlet baskısının, resmi bir yasaklamanın hedefi olmamıştır.

 

Öte yandan, dilsel göçlerin, parlak ve hayırlı sonuçlar verse bile sebepleri açısından her zaman bu kadar sorunsuz olmadığını da biliyoruz. Sözgelimi Chinua Achebe gibi bir Afrikalı romancının İngilizce yazıyor olması, yaşadığı kıtanın kolonyalist istilaya maruz kalmasından bağımsız olarak düşünülemez. Ama bu bile gerçeğin tamamı değildir ve her şey "baskı ve sömürgeleştirilme"ye indirgenemez: Afrika istila edildiğinde, kuzeydeki Arap toplumları dışında, kıta halklarının birbirleriyle iletişimini sağlayan bir yazılı edebiyatları yoktu. Bugün Doğu Afrika'da Swahili (sahil) dilinde yazmayı "seçen" şairler var - ama bu dil de o topraklara kolonyalistlerin yanında gelen Alman ve İngiliz dilbilimcilerin çalışmalarıyla saptanıp kodlanmış ve bir yazı dili haline getirilmişti.

 

Baskı ve zorunlulukla özgürlüğü birbirinden ayırmak o kadar kolay olmayabiliyor, hele sanatlarda ve entelektüel üretimde. Bu noktada Ahmed Arif ve Cemal Süreya için söylenebilecek şey, kendilerine dıştan dayatılan bir mecburiyeti muhteşem bir özgürlüğe dönüştürebilmiş olmalarıdır. Öte yandan şunu da düşünebilmeliyiz: Anadilimiz bile bize dışardan dayatılmıştır, onu sonradan öğrenir, öğretiliriz; ve büyük şiirin yaptığı işlerden biri de aşinalığı kırmak ve dilin, her dilin, bu nihai yabancılığını, "ecnebiliğini" bize hissettirmektir. Şüphesiz, bunun özgürce yapılması, bir özgürlüğün sonucu olması gerekir. Ama işte, özgürlük de bazen sebep değil sonuç olabiliyor - Cemal Süreyya Seber'in adındaki bir "y" harfini düşürmesi gibi.”

 

Bu uzun alıntıyı bir kenara not edip biz Riitta’ya dönelim şimdi: Riitta’nın bir zorunluluğu yok çok şükür Türkçe yazmaya dair; özgürce seçtiği, dahası sevdiği bir dil olmuş. Sevinç veren bu da değil aslında; sevinç veren bu dile getirdiği yeni tatlar. Öncelikle, bu “göçmen kuş”, kuşlağını belirleyerek gelmiş. Bu yer bir vaha, onun deyişiyle “vahim bir vaha”): Huriler vahası. Hurileri kültürel kodlarından arındırırsak en geniş anlamıyla “Kadınlar”ın vahası, kadın kuşlağı. Keder vahası. Erkeklere göre “kuşlak” av kuşları bol olan eşsiz bir av alanı. Burada avcının silahı, yalan, riya, baskı, şiddet ve aşk adına öldürücü tutkular. Bu vahada avcı ile av karşı karşıya, gündelik bir mahşer yeri. Bu kez bu kuşlakta “Huriler”in çığlığına yeni bir ses katılmış, Riitta’nın sesi. 

 

Bu sesi, Susanne Vega’nın sesine benzetenler çıkabilir, ben onlardanım. Sözcükler usul usul, müzikal bir ritimle damla damla düşüyor sayfalara ve yüreğe. Şöyle de betimlenebilir: Buzdan kılıçlar oluşturmuş kar ve soğuktan sonra güneş açmış ve ışıklı damlalar damlıyor buzlardan. “Dil sıvı olsaydı içinde heyecan olurdu” diyordu şair-müzisyen Vega. Ama dil her yerde katı ve Riitta bunu hissetmiş olmalı ki, o katılığı erite erite, yavaş yavaş, dura dura akıyor. Dildeki katılığın kabuklarını soya soya. Bu katılığa karşı kendince karşı koymak için başvurduğu lirik ritimse, her dilde var olan ve bir harf değişimiyle anlamı başkalaşan, bir sesi başka bir sese ulayan iç ses çağrışımları. Buna çok sık başvurmasa da (“milenyum şairleri”nin fazlaca, dahası rap şarkı sözlerini andırır biçimde yaptıkları gibi değil asla), kullandığı yerlerde hareket (ve ironi) katmak istediği anlarda kullanışı, onun ses tutkusunu hissettiriyor. Bir örnek: “bir yer ki / gönül görür göz görmez /vah vah /vahim bir vaha”. 

 

Riitta, hepsi kararlı bir akışta oluşmuş kitabında, Hurilerin vahasında, hem hurilere ve hem de avcılara ses veriyor. Hurilere sözü, kendisinin de içinde olduğu kadın yaşamının kapalı kalmış dünyası. Gözün kirlenmesi (“kir” onun imgesi) sonucu, apaçık olduğu halde görülmekten uzak hayatları. Erkek avcılarsa, umutsuz vaka; hiddet, şiddet, bönlük ve dehşet bolluğu içinde yaşayan, egemenliğin yarattığı nobranlığın sonucu anlayış yoksunluğundan kendi evreninde hapsolmuş varlıklar. Bu iki cinsin yaşantı toplamından kederli bir insanlık durumu doğuyor ve Riitta bunu yazıyor. 

 

Kitabın iç sızlatıcı havası böyle. “Acı her zaman /sandığından da yakın.” Riitta bu insanlık gerçeğini Dante’nin İlahi Komedya’sında kalmış üç dizeden devam ediyor gibi: “Yolumuz yine uzun sürmedi / Kadın bir ara benden yana döndü / ‘Kardeş bak ve dinle” dedi’. Bu sözleri Matelda söylemişti Dante’ye. Riitta’nın şiiri Matelda’nın bu sözünden başlıyor; ama bir çavma var, yeni kadın Huriler’e sesleniyor. (Helikon dağının perileri mi yoksa?) Onu duyacak erkek Dante kalmamış ama yine de aynı dünyada yaşıyoruz; “dünya güvercinin kötü rüyası” olsa da “başka hayat yok”. Riitta, göçmen güvercin, içeride ve dışarıda yaşanan hayatların içinden geçerek süzülüyor. Pencerelerden değil yüreklerden, sokaklardan değil odalardan, evlerden değil  bakışlardan, vaadlerden değil duruşlardan, ideallerden değil oluşların içinden uçuyor senfonik sesiyle. Hangi dilde yaşarsa yaşasın, dilden öte, dilin örttüğü dünyanın içindeki sıcağı arayan bir göçmen. Diyor ki: “ama milletler,/ halklar,/ yurtlar,/ her yerde kelimesiz de konuşur,/ rüzgârsız da şarkı söyler /ve sever ışığı ekenleri.” Umudunu şöyle bağlıyor Riitta: “ve gölgelerin ağlarını kovar / ve herkes kendi efendisi olur. /herkesin bir evi olur / kendi yüreğinde.”

 

Matelda’yı dinleyen Dante, karşılık istemişti ondan. Karşılığı çok sertti Matelda’nın, azarlayıcıydı: “Parlak ışıkları görmeye can atıyorsun da, arkasından gelene neden bakmıyorsun?” Riitta’nın vereceği karşılık şu olabilir mi? “Hurilere mektuplar” Türkçe hissedilerek yazılmıştır. Bundan sonrasını Türkçe yazanlar, okuyanlar, düşünenler düşünsün. 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


güzel şiir kutlarım

44%
56%
Beğendim.

Riitta'yla yeni tanıştım. hikayesini ilginç, şiirlerini başarılı buldum...

52%
48%

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.