Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir /

İthake yok




Toplam oy: 826

 

Mehmet Yaşın

 

Demir atacağın bir liman yok bu yolculukta 

İthake diye bir yer yok. 

 

Dinle ey çocuk! 

Kağıttan gemiciğ'ni alabora edecek dalgalar 

tuzlu sular yutacaksın 

denizi kulaç kulaca avuçlayarak yüzeceksin engine 

ufuk çizgisinin gerilmiş bir ip gibi 

hep önünde duracağını bile bile. 

 

Daha nice gemiler batacak içinde 

 

 

 



  Mahmut Temizyürek

TURUNCU KUŞ’UN YAZGISI 

Mehmet Yaşın’ın şiiri karşısında bir yadırgama yaşadım her okumamda. Çeviri şiir duygusu veriyordu bana Yaşın’ın şiiri. Dilinin hiçbir “dile” çevrilemeyişinden yakınan bir şairdi oysa. Belki de bu yabancılıktı yadırgamayı yaratan. Bildiğim şiir serüvenleriyle buluşturamamıştım bir türlü. İçine kolay kolay giremedim ama uzak da kalamadım bu şiire. “Akdenizli şiir”, “Latin şiir” filan diye kodlayarak anlamayı denedim ama bu da pek tutarlı bir tanıma dönüşmemişti zihnimde. Bu kez bir şansım olduğunu düşündüm Turuncu Kuş’u okurken. Şairin hem şiirini hem de kişisel kimliğini varoluşsal bir derinlikte sorunsallaştıran bir bütünlük buldum bu kitabıyla.

 

Mehmet Yaşın’ın başlangıcında, Sevgilim Ölü Asker, Işık, Merdiven,  hatta Pathos’a kadar, Kıbrıs ile yazgılı bir şiiri vardı. Kendisinin deyimiyle “Kıbrıslıtürk” şiiri içinde bir antitez olarak doğmuştu şiiri. Babası Özker Yaşın’ın da temsil ettiği şiire, bu şiirin ait olmak istediği ideolojiye, bu şiirin mazmunlaşmış retoriğine karşı bir şiir olarak doğmuştu. Bu da Kıbrıs’ta yaşanan savaşın bir sonucuydu. Savaşan taraflardan birine ait olmak istemeyen, iki halkın da yaşadığı acıyı bilen ve hisseden, bunu yer yer trajik yer yer ironik bir dille işleyen bir şiirdi. Öte yandan, Kıbrıs’ta her iki tarafın döktüğü kandan da bir türlü uzaklaşamayan, kan tutmuşçasına çevresinde uğunan, bir tür yazgısal bir şiirdi. Bu nedenle de dayatılan yazgıya karşı çıkan bir şiir oldu Mehmet Yaşın’ın şiiri. (Neşe Yaşın’ın şiirini de benzer bir durumda düşünmeliyiz. Aynı yazgı, aynı koşullar ve hemen hemen aynı kuşak.) Bu şiirin doğuşundaki bu eğilim şiiri biçimledi de. Trajik bir yaşantı vardı ve bu hissedilmeli, anlaşılmalı, anlatılmalıydı. Şiir bu nedenle anlatımcı oldu. Ölümün, kaybın hükmettiği trajik yaşantılar ve o yaşantıların şiirsel dile gelişi vardı. Bu ağır, sert durumu kırmak için kimi zaman masal formunu, kimi zaman öyküleme tekniğini kullandı Yaşın. Ama her zaman yalın bir dildi ortaya çıkan. Dilinin bu yalınlığı, görünme arzusunu, okunma ve alımlanma gereksinimini de hissettiriyordu ama yaşanan hoyrat ulusçuluk bu şiirin alımlanmasını olanaksız kıldı, ortamdan uzaklaştırdı, gizli açık, engelledi. Bu uzaklaştırma, şairin de uzaklaştırılması oldu. Şair için uzaklaşma, bir tür yabancılaşmaydı aynı zamanda. Bununla baş etmek için savaştı bir süre yaşın.

Şu soru gelebilir akla: Şiiri, şairini arzuladığı yankıyı bulamadığı yerliliğinden, yerinden yurdundan etti demek, şiire fazla güç yüklemek olmaz mı? Kanımca Mehmet Yaşın söz konusu olduğunda bu güç fazla ya da abartı sayılmaz. Çünkü yaşamı ile şiirini örtüştüren, birbirini karşılıklı belirleyen bir ilişki var başından beri. Başından beri hayat ile şiir konusunda açık bir poetika güdüyor şair, bunu hem şiirinde belli ediyor hem de konuşmalarında.

 

Turuncu Kuş ile bugüne kadarkinden başka bir durum belirdi şiirinde. Olması gereken trajik duygu şairine er geç gelip yerleşecekti ve Turuncu Kuş’la birlikte belirgin kalıcılık, bir renk, biçim ve ton kazandı bu duydu.

Şu şiiri…

“Öğrendiğin şeyi öğrenmemiş gibisin. Sanki dünyaya gelmemiş

hâlâ… Romalıların arasında

görünmey’cek kadar onlardan birisin, değilsin ama.

Turuncu bir kuşsun çok çok

meyveleri toplanmamış portakal ağacında. Gitsen de

gitmemiş oluyorsun gittiğin yere,

yaşadığ’nı yaşamamış, yazdığ’nı yazmamış…

Değiştirilmesi gereken bir şey var. Ama neresinden tutulabilir.

şu parça pörçük yaşantılar? Sen, sözdesin

Çevrilemiyorsun bile başka dile,

işitiliyorsun ne de konuştuğun kimselerce.

hayal görüyorsun varolduğunu sanıp, yok… Kıstırıldık,

dediler: Ateş çemberindeki akrep gibi

zehirleyeceğiz kendimizi.

Kendi dilimizle zehirleyeceğiz ve başka yolu yok bunun.

 

Değiştiriyorsun yürümen gereken sokağı haritaya bakmadan

bütün yolların kendi evine çıkmayacağ’nı umarak.

 

Burada artık İthaka’nın da olmayacağı, hatta olmasını beklemeyen, olmasını istemeyen bir özne var. O öznenin hem yazgısı hem sancısı hem de iradesi var. Artık İthaka’nın olmayacağını bilmek, şiire nasıl bir zenginlik kazandırabilir. İthake, uğruna kazanılan zengin deneyimlerle İthake oluyorsa, şiirin açılımı nerede? 

 

Aslıdan bu Türkçe şiirde de yeni bir durum. Şiir de felsefe gibi bir sıla arzusu olarak yaşanmıştı bugüne kadar. Bu sıla Mehmet Yaşın için belirmiyor artık. Ya da belirli bir coğrafyası, bir adresi, bir evi, bir ev özlemi yok. Yokluk yazgısını kabullenmiş bir özne var. Turuncu Kuş, nereye giderse gitsin, evine dönse bile bu rengi taşıyacağı için, bir bakıma Andersen’in Çirkin Palaz Yavrusu’nun yazgısını yaşayacak. Onun hem acısını hem de narsistik kaçışını yaşayacak.

 

Andersen’in o masalını anımsamalı. Anası Eski Mısır dilinde konuşan palazlar, yumurtadan çıktığında “Dünya ne büyükmüş” derler ama analarının verdiği koordinatları da hemen öğrenirler: “Dünya bahçenin öbür yanında, ta papazın bahçesine kadar uzanır –ama ben oraya hiç gitmedim!” Öbürleriyle birlikte doğmayan, onlarla aynı zamanda kabuğundan çıkmayan bir yavru daha vardır. Bu doğumsal gecikme yüzünden onu hindi yavrusu sanırlar. Bu önyargı üstüne doğan ördek yavrusu, annesinin kuşku sınavından geçer (Asıl ana “üveyana” olur bazen. Yaşın’ın kullandığı “üveyanadil” gibi). Palaz yavrusu öbür yavrulara benzemeyişiyle ötekilerin dışlamasından kurtulamaz. Yavru palaz, itile kakıla yaşama başlar. Öteki ördekler, hindiler, tavuklar, piliçler, nerde görse gagalarlar zavallıyı. Sonunda, yavrusunun acısına çare bulamayan anasının da önerisiyle uzaklara gitmeye karar verir. Dışarısı yaban mı yabandır ama. Avcılar, vahşi hayvanlar, köpekler… Sonunda yaşlı, yoksul bir kadının kulübesine sığınır. Bu kez evin kedisiyle tavuğu tarafından dışlanır. Kendilerini dünyanın “önemli yarısı” sanan bu varlıklar, kendi dehalarını palazın başına kakar dururlar. Daha birçok serüvenden sonra aşağılanma pahasına sığındığı kuğular arasında önyargısızlık gibi bir iyilik görmeye başlayınca, kendisin de bir kuğu olduğuna inanır; sudaki yankısı güzel bir kuğudur artık; genç bir kuğu . Bundan sonra herkes de onu genç bir kuğu olarak benimsemeye ve sevmeye başlar.

 

Masaldaki narsistik korunma ve sığınma, palazı kurtarıyor ama Mehmet Yaşın için başka türlü bir acının nedenine dönüşüyor narsisizm. Turuncu Kuş’un ilk bölümündeki şiirler bu duygunun odağında biçimleniyor. “Günboyu” ve “Yatakta” şiirleri yankısını bulamamış bir nergis; “Sevişme” ise yankısını yadırgayan, bu yankıyı henüz benimsemeyen, kendi yankısıyla kavga eden bir nergis, “(ölümcül bir çarpışma” halinde), ve nihayet ‘Küçük Öpücük’te, bulduğu yankıyla yetinmeye çalışan, ilerde “büyük öpüşme” umuduyla yaşayan bir nergis var. Yaşantıyı asla hazza dönüştürmeyen, her zaman bir hoşnutsuzluğu imleyen ya da dayatan, herhangi bir doyumu sunmayan, nergisi ondurmayan, hep huzursuzluk veren bir dış uyaranlar kuşatması var. Bir zorlanma halinde özne.

 

İkinci bölümdeki şiirlerde bu kez katatonikleşmiş bir nergisle karşılaşıyoruz; ama artık kendisiyle senli benli kavga eden genç bir nergis: “Eski bir tanrı heykeli kadar güzel olsa da, heykel sonunda. Nergis çiçeği, kokusu, biçimi, rengi… Ama aynası yok elinde. / Suyu yok, akacağı yatak, açılacağı kapı…” Kendini yadırgayan, kedini de ötekileştiren bir nergis. Ardından gelen şiir şöyle bitiyor: “Oysa bilinmek ister güzellik de/ çıkabilsin diye su yüzüne, /ruh taşıyabilsin diye bedeni/ ve beden ruhu.” 

Bu serüven şu hikmetle taçlanıyor: “Kendisiyle karşılaşmadıkça kimseyle karşılaşmaz insan /bir şans tanır aşk rastlayasın diye kendi kendine. …// Ben denmez aşkta, sen denmez; alınmaz verilir.// verilmez alınır.”

 

Sonraki şiirlerde, dünya ile ilişkisini birey-birey ilişkisine indirgeyen, “vermek-almak” kavramlarıyla temsil olan yoğun bir benlik çarpışması var. Benlikte tutarlı bir dengenin kurulamayışı narsistik yaralanmanın nedenlerinden birine dönüşüyor. Yalnızlaşmanın da, yalnızlığı yüceltmenin de nedeni bu yaralanma ve yarayı çatışmadan kaçmak için geriye çekilerek, donuklaştırarak iyileştirme çabası. Nietsche’nin “Bu dünya seni taşa döndürmeden, sen taş ol, taş kesil” öğüdünü çağrıştıran bir imgeler düzeniyle karşılaşıyoruz. “Hiçbir şey daha güçlü olamaz yalnızlığından”. “Taş oldun …buluttan taş”,”soluğun duman/daman taş”. “Yalnızlık kadar kaskatı”. Yeni biçimler deneyecektir bu benlik, taş gibi bir yalnızlıkta kendine. Kirpileşmek örneğin. Ya da “Diklenen tepe, sivri ucu dışarı çakılı çivi”. “Ölümün nefesini içine çekermiş /gömülmesi gerekeni alıkoyan kişiler.”

 

Bu sert ve ürkütücü yalnızlığın kaçış yeridir rüya ve rüya görülmeyi arzulayan bir uyku halini özlemektedir şiirde. Yersiz yurtsuzun asla derinleşmeyecek olan kısa, kesik ve kabuslu uykusunda kendisine görülme olanağı verecek bir uyku durumuna dönüşür rüyaya sığınan umutlar. “Uyku ülkenmiş, saklandığı indeymiş sihri perinin cinin, inci istiridyenin içindeymiş.”

 

Şairin bize cömertçe işaretlerini verdiği bu saptamalardan çıkarak bir başka yönden algılanmasını da denemek istiyorum. Göçebelik üzerinden, mutsuz bilincin bir de yersiz yurtsuzluğu, aidiyet duygusunun yapaylık dışında hiçbir yaşantısının kalmadığı bir dünyadan, az önce sözünü ettiğimiz, İthake’nin temelli kaybından.

 

İthake, bize kılavuzsa Kavafis konumuz demektir. Yaşın’ın da önemli bulduğu şiir burçlarından bir olduğunu bildiğimiz Kavafis’in bu şiiri, sılaya dönmenin insanın asıl yazgısı olduğunu  kesin bir inançla dile getirir. Odysseus’un serüvenleri onu zenginleştirecek, bu da sıla için yaşadığı acının ödülü olacaktır. Sonunda şu üçlükte, tasavvufi bir içedönüşle bitirir şiiri Kavafis:

Onu yoksul bulursan aldatılmış sayma kendini

Geçtiğin bunca deneyimden sonra öyle bilgeleştin ki,

Artık biliyorsun İthake’lerin ne anlama geldiğini.

“Şiirde ‘Kimlik’ Dönüşümleri” adlı yazısında Mehmet Yaşın, Kavafis ile Seferis’i kıyaslayan eşsiz bir çözümleme yapmıştı. (Kozmopetika, 2002, YKY)

“Kavafis, Mısırlı bir modern Elen sayılabileceği kadar, Elenleşmiş  bir eski Mısırlı da sayılabilir. … Kavafis’in beni en çok etkileyen yanı, şiirlerinin adeta birer mezar taşı yazıtı olmasıdır. Kendisi de bir firavun gibi, en ince mücevher işçiliğini yansıtan ve başkaları fark etmediği halde görüp mumyaladığı, ta Helenistik dönemden kalma insanların ortasında, şiiri kadar titiz ve ölçülü inşa edilen o piramidin içinde oturur. Ne ölüdür ne de canlı. Tıpkı mezar taşına kazınmış ölümsüzlük sözleri gibi, bir öncesizlik ve sonrasızlıktır. … Ölümle kurduğu canlı ilişki nedeniyle, o kadar kalıcı ve evrensel olabildi şiiri. Bu, öteki Yunanistanlı şairlerden niçin bu kadar farklı olduğunu açıklamakla kalmaz, Mısırlılığını da açıklar. Oysa, daha çok Seferis’e yakın bir duruşu benimseyerek, Elen ulusçuluğu ile evrenselliği aynı şey sanan Atinalı edebiyat çevreleri, Kavafis’i, yıllarca yöresellik kodlarıyla algılayıp önemsemediler. Onun şiirindeki Mısırlı ‘yerellik’in, aslında ‘kozmopolitlik’ demeye geldiğini anlamakta zorluk çektiler.”

 

Yaşın, Kavafis’i İskenderiye’sini yitirmiş artık kayıp bir Mısırlı olarak betimlerken “Elenizmin mitlerini yeniden yaratmanın ustası Seferis’in şiirinde Küçük Asya’nın ve Türk masallarının sesini ve motiflerini bulup gösterirken Seferis’in trajik yazgısıyla şiirde yüzleşmekten kaçınmasının altını çizer:

“Ama Seferis İzmir-Klazomene’de yağmalanan evinde donakalmış bir çocuk olduğunu görmemizi istemez. Somut yaşantı anlarını perdeleyen insansız bir tarihe kaçar. Ardıç kuşunun yuva kurduğu antik bir tapınakta bize büyü yapar: Bir Eski Elen kahramanı gibi ‘odisey’ini sürdürdüğüne inanmamızı ister.”

Bu sözlerden sonra şunu der Yaşın: “Britanya -Mısır vatandaşı Kavafis’in tersine, Osmanlı-Türk vatandaşı olarak doğan Seferis’in üslubu, erkeksi tonu ve Tanrısal söyleyişi bile Türkiyeli bir ‘kimliği’ duyurur.”

 

Yaşın’ın iki şairin kimliğinde önemsediği tek öğe var: Üslup. Şunu çıkarmak mümkün ki, bir şairin anavatanı dili, evi de üslubudur. Başka vatan aranamaz bu çağda. Bunu Yaşın şöyle söylemeyi yeğliyor:

“Ne dendiğinden daha anlamlıysa nasıl dendiği/ Sana uymaz demektir şiirden başka şey”

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.