Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Hüseyin Kaytan

Kör Adamın Gazeli




Toplam oy: 578

Olmadığın yerlerde buldum seni, ya olduğun yer nedir
Kanatlar verdin denizine ruhunun, ya düştüğüm yer nedir

Düştüğüm bir yer değil, rüyasında ihtiyarın bir meyhane
Sefilim içtiğim gözyaşın, südün mey, ya meyger nedir

Meyger ışıktan bir sefil, başka yok sunacak kendi kanından
Gül katilidir aşıklar, kefenleri kızılca, mezarları nerdedir
   
Mezarım sensin, sürüklendim dalgalarında deniz olan senin
Mavi karanlığında kör bir kaşifim, bilmem ben neyim diger nedir

Diger bir bahçedir açıldığın, ey çiy damlasından mücevher
Bahçıvan yalnız şarabı düşler, sormaz mest eden cevher nedir

Cevher senden bir bakıştır yayılmış, sabah etmiş her zamanı
Bu sabahın içindeyim de, bilmem sabah ne, ya seher nedir

Seher Dersim'de bir vahşi kuştur bir yılanla dost olmuş
Bir sır bilmişler ki yağmurun bedeni, ateşin evi, gözlerdeki fer nedir
 
Ferden korkan yüreksizler birgün öldürürse yılanı, o çağırır :
- Ey vahşi kuş, sır senden çıkmadıysa, bu verdiğim ser nedir



  Mahmut Temizyürek

Hüseyin Kaytan (1963). Kaytan, yazdığı şiirin doğum yerinde, doğum anında ve doğum sancısı içinde yaşamış şairlerdendir. Birgün Kaytan’ın dizeleri tarih belgesi gibi okunursa şaşırmamalı. Bu sözü de yadırgamamalı; son 40 yılda öyle imgeler geldi ki şiire, bunun birazının gerçeğe benzemesi bile ürpertir insanı. Örnekse, “Yanarak geçiyorlar büyük törende hayatın önünde” dizesi bir mecaz sanılabilir; ama değil, ne yazık ki. Yalnızca Vietnam savaşında mı yaşandı, insanın sömürge vahşetini protesto için kendini yakması? Hayır, 18 Mayıs 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde kendilerini yakarak öldüren dört genç, büyük bir isyan ateşini yaktıklarını da biliyorlardı; uzun ve çetin süren bir isyan ateşini. 19 Aralık 2000’deyse, Hayata Dönüş Operasyonu adı altında, 31 mahpus koğuşlarındayken, lav silahlarıyla saldıranlarca bastırıldı cezaevi isyanı. Bu iki örnek, imgelerin gerçeklerin peşinde koşarken bazen cılız ve çaresiz kaldığını göstermiyor mu? Kaytan’ın şiirindeki mecazlar da gerçeğin karşısında kimi zaman bu dozda kalabiliyor. Kimi zamansa öncesinde benzeri olmayan bir travmadan kurtulmanın şiirsel deneyimleri olarak hemen içselleştirilmesi zor, yadırgı, hoyrat gelebiliyor okuruna. 

Daha önce başka bir yazıda söylediğim gibi, Kaytan, toprağının kendi yaşamına sunduğu “kader”i cömertçe kabullendi; kabullenmekten öte, bilinciyle, ruhuyla katıldı o yaşama. “Yaşamın sırrı üstünde bir kapak gibi açıldı göğsün/ sende asılı olan asrı ve insanı bildiren levha” diyordu bir şiirinde.

Onu önce Levhalar Kitabı ile okuduk (1997). Ardından, Ammar İşaretleri (2001) Dağın Mecnunu (2003) sonra da Kaplan ve Gül Divanı’nda (2006). Ammar İşaretleri dışında, şiire getirdiklerini daha uzun yıllar tartışacağımız bir şair Hüseyin Kaytan. Ammar’sa, bir zorlama, Doğu’ya özgü bir şair zaafı, bana göre. Türkçede birçok şairin düştüğü lider yüceltiminin bir benzerini yazdı bu kitapta.

Hatırlanırsa, bir uzun yürüyüş ritmiyle başlıyordu şiire Kaytan, tarihin yürüyüşünü soyutluyor, irdeliyor ve kendisiyle birlikte yürüyenlerin ayak seslerini de katıyordu o ritme; insanı hem bir kahramanlığa hem bir sıradanlığa yerleştiriyordu. “Asur, Med, Armen” diyarında, “Herkesin bir başkasının ölümünü öldüğü o çok kişilik mezar”da yazmıştı şiirlerini, acının ve başkaldırının tam ortasındayken, şiddet tüm şiddetiyle devam ederken.
Bir aşkınlık diliyle yazılmış bu şiirde, şiddet sesleri içinde bir kaotik uğultu vardır; gidiş gelişler, göndermeler, sezişler... Bazen alabildiğine gösterişli, bazen toprak altına çekilmiş gibi sessiz, içerden uğultulu, şiddetli bir gürültünün işitilebilmesi için uygun sözcükleri fısıldamayı amaçlıyordur. Dizeler, uçların geriliminde, ölümle yaşamın büyüsünde uğunur gibidir. İhanet, cesaret, fedakarlık, kahramanlık, aşk, ayrılık ve ölüm… Bütün bunları bir şair değil de bir  “Rüzgâr” yazıyor sanki. Zerdüşt ya da Nietzsche söylemli de denebilir bu belagata. Edasını bunlardan almış olsa da, ruhunu, konusunu, geniş anlamda Ortadoğu ve Kürt söylencelerinden alan bir şiirdir. Cemil Meriç’in deyimiyle, “Bütün rüyaların kanatlandığı, bütün rüyaların ve kabusların… Müphem ve meçhulün vatanı… Kin, öfke, hayal kırıklığı ve sonsuz ümitler” ülkesi Ortadoğu’dur Kaytan’ın şiirinin coğrafyası. Dağlara özgürlük tutkusunun simgesi olarak bağlı, dağlı bir şiir. Daha çok Zagroslar’da konaklasa da. Kaytan modern ve arkaik şiirin olanaklarını birlikte kullanmayı yeğliyor; bunu yaparken yapmacık, iğreti değil, aksine diline yakışır bir alışkanlıkla kullanıyor iki şiirin olanağını. Destanın diline kaptırdığında bu biçimin sürüklediği yöne doğru gitmekten çekinmeyen, ama bir geleneksel anlatının kalıplarına da hapsolmayan, bütün bunları olanak sayan geniş bir biçim alanı barındırıyor. Tarihin deneyimlerini içermeye, insanlık durumunu anlamaya çalışan ve daha çok Doğu şiirine özgü bilgelik dilini kullanıyor.

Bu yüksek sesin dalgası kaçınılmaz biçimde düşmeye, dibe çökmeye varır. Başka bir deyişle, şiire, inişli çıkışlı bir ses, bir ritm verir. Kazandırır, diyorum, kanımca bu bir kazançtır şiir için. Çünkü dramatik yapıyı da amaçlayan bir üsluptur Kaytan’ınki. Kitapta güçlü bir dramatik örgü göze çarpar. Anlatı şiiri, hikmetli şiir özellikleri taşır; beri yandan hem gerçeküstü motifler, hem arkaik dünyanın simgeleri, şiire biçimsel bir melezlik verdiği kadar, genişlik ve enginlik de verir. Tarihin ve bugün yaşananların üzerinde bir ağıt diliyle, içe dönük bir senfonik sesle buluşma şiiridir adeta.

Kan ne kadar tarihsel, törel ya da kaçınılmaz olsa da derin bir tiksinti, tiksinerek geri çekilme duygusuyla alımlanır. Tarihin itici gücü şiddetse, şiddetin alımlanma biçimi, Kaytan’ın şiirinin temel sorunsalı olmuştur. Bu çaba, var olan trajedinin içerilmesi, deneyimlenebilmesi için, çoktandır şiirin ve yazının unuttuğu bir tutum almanın da örneğidir. Nâzım’ın destanlarındaki gibi, sorunun ve öykünün içiçeliğini barındırır; bir tarihsel tanıklığa, bir belgelemeye dönüşür şiir. Anlattığı coğrafyanın dağları, uçurumları, ovaları, ırmakları, rüzgârları gibi sert, kendi “kader”ine aşkla ve acıyla bağlı bir şiirdir bu. Eşkıya bir şiirdir ve bu gidişle öyle yaşayacaktır. Cemal Süreya’nın dizeleriyle söylersek: “Jandarma daima nesirde kalacaktır/ Eşkıyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine/ Ve dağlar böyle eşkıya güzelliği taşıdıkça.”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.