Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


Berrin Karakaş ile söyleşi: "Transfer denince aklıma Drogba geliverdi"


Günümüzde Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının ilk yayımlandığı zamanlardan daha fazla satması, hatta popüler olması acaba neyi kanıtlıyor?

Ahlakçılık yapmayalım ama olmuyor işte, sevdiğimiz bir yazar, sanatçı reklamlarda oynamasın, politik duruşunu bozmasın, “saçma” demeçler vermesin istiyoruz. Yazdığından, söylediğinden farklı yollara çıkmasın, kafamızda onu nasıl yarattıysak öyle kalsın istiyoruz. Biraz hastalıklı bir durum, biraz da haklı bir istek galiba. Bazen abartılıyor, bazen az bile söyleniyor.
Yıllardır tartışılan meseleler ise aynen duruyor. Reklam edebiyatı bozar mı? Bir kitabın pazarlanma yöntemleri ya da yazarının reklamlara çıkması esere zarar verir mi? Bunun yanında anlayamadığımız şeyler de var; ülkenin en muhalif rock’çılarının boy boy reklamlarda oynamasına ses çıkmazken, zaten popüler olan bir yazar reklamlara çıktığında topa tutuluyor. Bunun sınırı nedir bilmiyoruz? Ya da böyle bir sınır olmalı mı?


Edebiyatın müzik ya da sinemaya göre daha mahrem bir alan olduğunu yeniden yazmaya bile gerek yok.  Fakat, her şeyin böylesine hızla geliştiği, teknolojinin edebiyat dahil birçok alanda dönüşüm yarattığı bir çağda, yeni çıkan bazı yazarlar bile her yerde gözükmek için çabalarken bu “görünme tutkusu”ndan uzaklaşmaya çalışabilir miyiz? Hazır yayıncılık dünyasında transfer dedikoduları gündemdeyken ve “edebiyatı bilen” bir yazar reklamlarda rol kapmışken(!) yazar-reklam ilişkisini sevdiğimiz ve sözüne güvendiğimiz yazar-gazeteci Berrin Karakaş ile konuştuk.


Hasan Cömert

 

 

Elif Şafak, Tuna Kiremitçi başta olmak üzere edebiyatçıların reklamlarda oynaması fazlasıyla eleştiriliyor. Bir yazarın reklamlarda oynaması neden bu kadar tepki çekiyor sizce? Yazar-reklam ilişkisinin sınırları var mıdır, olmalı mı?


Tepki çekiyor çünkü yazı hâlâ gösteri dünyasına yakışmayacak kadar yalnızlıkla ilişkili. Kalabalıklar arasında yazar hâlâ “spleen”in kollarında bir Baudelaire belki. Bu artık fazlasıyla nostaljik ve “saf” bakış açısının etkileri olabilir yazarı reklamlara yakıştıramayışımız. Yazıyı Platon’un göklerinden indirmeye henüz hazır olmayabiliriz. Yazar-reklam ilişkisinin sınırlarına gelince; sınırı sanırım yazının kendisi belirliyor ve her yazarın yapıtın çaldığı tehlike çanlarını işitebileceğini düşünüyorum. Bu çanlar kimisi için bir yol ayrımı daveti, bir yaşam biçimi tercihi. “Bu noktada nereye gideceğiniz” sorusunun cevabını belirleyecek olan da kelimelerin efendisinin kim olduğu olmalı, yazar ve bir avuç da olsalar kıymetli okuyucuları mı, yoksa Guy Debord’ın Gösteri Toplumu’nda uyardığı gibi, “Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür,” deyip başka da bir şey demeyen gösteri mi?

 

 


‘’Yazarların yaptıkları yazdıklarının önüne geçmesin’’ gibi bir düşünce vardır. Buna katılır mısınız?


Milan Kundera’dan daha iyi bir cevap vereceğimi sanmıyorum bu soruya; Roman Sanatı kitabında Şaka’nın çevirilerine dair sıkıntılarından sebep kendine özel hazırladığı sözlüğün R harfi bölümünde “ROMANCIER” (Romancı ve Hayatı) sözcüğünün anlamını şu satırlarla bitirir kendisi: “Kafka Joseph K’dan daha fazla ilgi çektiği an, Kafka’nın ölümünden sonraki ölüm süreci başlamıştır.”


Yazarın bu anlamda bir duruşu olmalı mı? Bir kitap ya da tümden yazar için yapılan PR çalışmaları okuyucu için ne ifade eder?


Orhan Pamuk’un son romanı Masumiyet Müzesi’yle birlikte oluşturduğu aynı isimli müzesi de, raflarında satılmak üzere Pamuk’un kitapları ve hediyelikler barındırması, kapısında bilet kesilmesi sebebiyle reklam dünyasının bir parçası sayılabilir. Bir tarafta böyle postmodern bir çalışma var, bir tarafta da kişisel olarak edebiyata ancak sağlam bir soygun kurgusuyla veya borçlandırma ahlakıyla dahil olabileceğini düşündüğüm bankaların reklamlarında gördüğümüz edebiyatçılar var. Yazar ve reklam duruşu nasıl olmalı derseniz, birincisi de tartışılabilir olsa da, ikincisine yeğdir.


Peki, yazar-reklam ilişkisinin ne boyutta olduğu okuyucu için fark eder mi? Ve daha sonradan popüler olma durumunda yazarın eserlerinde bir değişiklik yaratır mı?


Popüler olma, beraberinde popülerliğini yitirme korkusunu da getiren bir durum. Korkunun olduğu yerde cesur bir edebiyatın boy göstereceğini sanmıyorum. Değişikliğiyse, yazarların yapıtları söyleyecektir.

 

 

 

 

Peki, sosyal medyayla birlikte bazı isimlerin kendi kitaplarının tanıtımlarını kendilerinin yapmasına nasıl bakıyorsunuz?


Sosyal medya müzik sektöründe nasıl ki plak şirketlerine bir darbe vurduysa, iletişim sektöründe medya patronlarına korku salıyorsa, edebiyat alanında da yayıncılara benzer bir sarsıntı yaşatma gücüne muktedir. Sadece kitabınızın tanıtımı için değil, kitabınızı yayımlamanız için de önemli bir alan. Bu işlevini özellikle önemsiyorum çünkü biliyorum ki, iyi öyküler, şiirler yerine kötü romanlar basmaya teşne, popüler isimler söz konusu olduğunda esere gözlerini kapatabilen, projelendirmeye düşkün bir yayıncılık sektörüyle karşı karşıyayız. Bu durumda sosyal ağ yapılarının olanakları üzerine daha fazla kafa yormalıyız diye düşünüyorum.


Bir süredir yazar transferleri de sürekli gündemde. Reklam malzemesi olacak kadar hem de. Bunu doğal karşılamalı mıyız? Görüp geçilecek bir şey midir?


Edebiyat para kazanma aracına dönüşmüş ise orada profesyonellik devreye giriyor ki, pazarlanabilir olmak birinci şart haline geliyor. Kültür endüstrisinin denetiminde rahat edemeyecek kadar enginse edebiyat, çok doğal olmasa gerek bu transferler. Bu sebeple olmalı ki transfer denince aklıma Drogba geliverdi.


Öte yandan “edebiyat ilgi görmüyor” diye klişe bir yakınma da var. Popüler yazarlar bunun aksini kanıtlıyor bir bakıma. Yine de birçok çevrede ciddiye alınmadıkları ortada.


Edebiyat reklamlar kadar yakışmazken günümüze, Don Kişot kadar ihtiyarken roman, bu “klişeye” dair ne demeliyim? Kişisel olarak hâlâ modern romanın ahlaki ilkelerinin izinden gitmeye çalışmakta, Sancho Panza’lara yüklenmemek şartıyla bir sakınca görmüyorum. Popüler yazarları, romanın babası sayılan Cervantes’in yakmakta bahis görmediği şövalye romanlarının yazarlarıyla eşleştirdiğimiz sürece, ciddiye almamaya devam edeceğiz sanırım. Lakin başta da söylediğim gibi, Don Kişot öylesine ihtiyar. Gözünü gelecek bürümüş bir zamanın ruhunda, gözden ırak olmanın dayanılmaz ağırlığıyla baş etmek her yazarın harcı olmasa gerek; değil mi ki edebiyatın harcından eksik değil okur.


Nurdan Gürbilek Mağdurun Dili kitabında, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ına yakından bakmak suretiyle efendi-köle ilişkisine kadar götürüyor yazar-okuyucu ilişkisini. Oğuz Atay’ın Selim’inden Vüs’at O. Bener’in Muannit Sahtegi’sine, okuyucuyu da içine alan, öteki olan “dışarısı” ile yazarların içerisi arasındaki gergin hatta davet ederken bizleri, okunmuyor olmanın hazzının kibre dönüştüğü yerlere işaret ediyor. Her yazar, zamanında hak ettiği değeri bulamamış Atay, Bener gibi yazarların daha fazla takdir edilmek uğruna yazdıklarını değiştirmeyi değil, küskünlüklerini de katarak yazmaya devam ettiklerini bilerek bu ilişki hattında ilerlemeli belki. Keza kimi zaman önemli olan, yazmaktan öte devam edebilme gücü. Günümüzde Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının ilk yayımlandığı zamanlardan daha fazla satması, hatta popüler olması acaba neyi kanıtlıyor?


Reklamları “tüketim toplumu” ve “kapitalizm” gibi anahtar kelimelerle okumak zorunlu bir hal aldığına göre, bu konuda siyasi angajmanı olan ve olmayan yazar diye bir ayrım yapmak mümkün mü? Ya da böyle bir ayrımın önemi var mı?


Neyi sevip neyi sevmemeniz gerektiğinin önceden belirlendiği bir toplumda yazar uyanık olmalı, siyaseti de burada geliştirmeli, tahakküme eşlik etmekten öte, açığa çıkarmalı. 

 


“Neyi sevip sevmediğimizin önceden belirlendiği bir toplumda” okur nasıl etkilenir? Bu, “her yazar kendi okurunu bulur” diyerek geçiştirilebilecek bir konu mudur?


Artık biliyoruz ki, mikro iktidarlar birbirleriyle gayet uyumlu bir şekilde çalışıyorlar. Ne iş yaptığınızı sorup da roman yazdığınız, sadece roman yazdığınız cevabını aldığında müstehzi gülüşlerine engel olamayan kişisel habitatınızdan “Proust’un uzun cümlelerinin modası geçti” öğütleriyle editörlerin bilmiş parmaklarına, felsefeyi, şiiri arka raflara iteleyip çok satanları ve satması gerekenleri sıra sıra dizen kitabevlerinden gazetelerin hafta sonu eklerini aratmayan kitap eklerine, ihtiraslı bir makine… Bu makinenin üretim bandından akıp giderken edebiyat, her yazarın kendi okurunu bulacağını söylemek biraz fazla naif, fazla romantik belki. Ama , suretini dahi görmediğimiz kimi yazarlar veya grafiticiler “okurlarını” bulabiliyorlar . Farklılıklarıysa, istenildiği gibi değil, mümkün olduğunca istedikleri gibi yaşıyor oluşlarında sanki...


Son olarak Elif Şafak gibi bazı yazarlara fazla yüklenildiğini düşünüyor musunuz? Hemingway’den Adalet Ağaoğlu’na kadar birçok yazarın reklamlarda oynadığı bilinirken üstelik...


Yazarlara değil yazarları bu duruma sokan yapılara yüklenmek gerektiğini düşünüyorum.




Toplam oy: 1331

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.