Havalar ısınmak bilmiyor sayın okurlar. Bu gidişle iyileşemeyeceğiz. Fakat herhalde yazın da eli kulağındadır. Yine de, ben her mevsimin tadını çıkarmak isterim. Dün akşam gene emektar kahvemizde oturduk, buğulanmış camların arkasında. Ocak tarafına kurulmuş müzik setinden çok eski ve sevgili bir türkünün sözleri ulaşıyordu. Bilirsiniz, “Bir insan ömrünü neye vermeli…” diye başlayan o güzel türkü… Tesadüf, Zülfü Livaneli’nin yeni romanı vardı elimde. Nadir kitabı görür görmez görüşlerimi sordu.
“Nasıl buldun Serenad’ı Cemalciğim?”
“Valla Nadirciğim, ne demeli, güzel bir hikâye. İnsanı hemen sarıyor, sonuna kadar güzel güzel okuyorsun. Şöyle ki; Maya, İstanbul Üniversitesi’nde halkla ilişkiler görevlisidir. Ve kendisi, dünyaca ünlü bir profesörü konuk etmektedir, üniversite adına: Maximilian Wagner. Alman asıllı Amerikalı profesör, yıllar önce Türkiye’de iki yıl kalmıştır. Hani genç Cumhuriyet’in kucak açtığı Alman hocalar döneminde… Fakat kitabın hemen başında gariplikler de başlar; Maya, beyaz bir Renault tarafından takip edildiklerini anlar…”
“Güzelmiş; film gibi…”
“Evet, film gibi… Yalnız, şunu söylemem gerek: Türkiye’de film gibi romanlarla roman gibi romanlar arasında ayrım yapılmış değil. Serenad, bana kalırsa ilk sınıfa giriyor. Zülfü’de edebi bir dil yok. Yanlış anlaşılmasın; şart da değil bu. (Aman Nadirciğim, eleştirmiş olmayalım Zülfü abimizi; naçizane görüşlerimizi yazıyoruz). Fakat, Türkiye’de edebiyatçılara verilen önemli ödülleri daha önce almış bir yazar olarak, Zülfü, herhalde hoş görecektir bizi. Humanizm bunu gerektirir. Neyse, eleştirilere geçelim: Maya, (roman onun ağzından yazılıyor, ama bana kalırsa baştan sona aslında Zülfü konuşuyor, köşe yazılarını da böylece, daha önce okumadıysak okumuş oluyoruz, ne güzel) her şeyi bilen bir hanım. Bunu bu malumatfuruş metinden öğreniyoruz: “Bazıları üniversite tarihini 1300’lere kadar götürürdü. Bu tepe üzerinde bulunan Doğu Roma kurumlarını bugünkü üniversitenin atası olarak kabul ederlerdi.” “Saray kompleksinin kapısından girerken, eskiden bu duvara idam edilenlerin kellelerinin asılıp sergilendiğini profesöre anlatmalıyım diye düşünüyordum.” “Sultan Aziz’in konuğu olarak İstanbul’a gelen Fransa İmparatoriçesi Eugenie çok beğendiği için yemeğin bu ismi almış olduğunu profesöre anlatmak geldi içimden.” “Amerikan dizilerinin etkisi bununla da sınırlı değildi. Yeni çıkan laflardan birisi de ‘Kendine çok iyi bak!’tı. ‘Take care yourself’in çevirisi oluyordu herhalde bu da.”…
Bunlar Maya’nın dağarcığındaki bilgilerden yalnızca birkaçı, Nadirciğim, Serenad, böyle değerli bilgi ve görüşlerle dolu. Bunları internetten bulabilecek olmamız bir şeyi değiştirmez, okuyup yararlanmamız gerekiyor kuşkusuz. Neyse, başta dedim ki, Zülfü’de edebi dil yok. Bu bilgi yığınının roman yoluyla aktarılması da bana göre edebi dile aykırıdır ama, birkaç da güzel cümle örneği vereyim istersen: “İstanbul vefasız bir sevgiliye benzer…” “Şu anda zaman dondu sanki…” “Hem ciddi bir konuyu konuşuyor gibi hem de şaka yapıyor gibi.” “Kalabalık insanların kendini orada yabancı hissetmelerine karşılık, Filiz’in hareketleri çok rahattı.”…
Yine de, Nadirciğim, Serenad’ın okurlara bir seferde çok şey öğretmek gibi bir amacı olabilir. Bilemiyoruz. Kitabın sinemaya kaynaklık etmesini dilerim elbette. Bu konu, yakın tarihimizin önemli bir ayrıntısıdır ne de olsa.
Biliyor musun, Zülfü’nün o eski, efsanevi konserleri gerçekten de güzeldi, birkaçına ben de gitmiştim. Keşke roman yazmanın şart olmadığını, hayranlarının onun sesinden sonsuza dek ‘bir insan ömrünü neye vermeli’ türküsünü dinleyebileceklerini söyleyecek birileri olsa Zülfü’ye…”

Yazdıklarınıza aynen katılıyorum... bende sürekli yazarın sesini duyduğum için Livaneli kitaplarını okuyamıyorum... zaten sadece ''mutluluk'' ve ''serenad''ı okudum... serenad'da bu ders verme tarzı iyice belirgindi... ben bir daha okumayacağım ama yazar eğer yeni bir kitap çıkaracaksa bunu dikkate alsa iyi olur diye düşünüyorum... yorumunuz için teşekkürler
ben yorumumu şöyle yapsam?
http://selgingb.wordpress.com/2011/04/13/serenad-zulfu-livaneli/
Yeni yorum gönder