Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Öykü

Öykü

Misafir


İyi
Toplam oy: 812

İkindi sıcağını bir iki birayla geçiştirenlerle bizim farkımız en çok akşam yemeği saatlerinde belli oluyor. Onlar birer ikişer gülümseyerek, bizimkiler bıyıklarının altında ince bir ayrılık acısıyla giderken ben etrafta kalanları kolaçan ediyorum. Belki gülen gözleriyle neşeli sohbet erbapları bulur da sıkıntımı biraz dindirebilirim. Biz meyhaneleri –en çok da bizim tarafımızdan çıkarılmış– felaketlerden kaçıp da sığınabileceğimiz bir mabet gibi görürken onlar dozunu kaçırmadan, kısa süreli kalacakları eğlence mekânları olarak kullanırlar. Hafiften içerlerim buna.

Aslında ben, Sadri Alışık’ın başını öne eğerek içtiği o tahta sandalyeli, balık ağlarının altında bir hülya izlenimi veren, güler yüzlü, görmüş geçirmiş sahibinin kadehiyle masama gelebileceği meyhaneler hayal ederdim, biliyorsun. Burası öyle değil. Beyaz plastik sandalyeleri, özensiz masası ve garsonlarıyla bu tatil kasabasının boş vermişliğine, sahil şeridinin çiğ yapısına uygun bu meyhaneyi içimize sindiremesek de idare ediyoruz işte.

Biz kim miyiz? Evet, konuyu dağıtıyorum yine. Evde beni bekliyorsun, biliyorum. Buradan yarım saat önce çıkmam gerekiyordu. Dibinde bir kibrit boyu kalmış bu birayı söylerken biraz tereddüt etsem iyiydi, haklısın.

Güneş batıp da ortalığa bir kızıllık yayılınca, beyaz bıyığının ortasındaki Samsun sarısına alt dudağıyla bastırıp son yudumdan kalan damlaları süzerken sandalyesinde hafifçe doğruldu Nedim Abi. “Biz,” diye söze başladı. “Aha,” dedim içimden, sonu nereye varacağı belli olmayan söylev başlıyordu. Konuşmanın ilk yarısını ezbere bilmeme rağmen, nasıl beceriyorsa artık, konu her zaman farklı bir noktaya geliyordu. Bu akşam öyle olmadı Ayten. Gözlerime, birazdan tekme tokat kavga edecekmişiz gibi keskin bakıp, “En çok da sen Kâzım Hoca,” diye devam etti, “hiçbirimiz anlamıyoruz edebiyattan.” Bana sataşmasına rağmen cevap beklemediğinin farkındayım. Rahatladım. Sessiz kalabilme saadeti sindi üzerime.

Nerede kaldım yine ben? Bir yere de zamanında gitsem, bir işi de zamanında halletsem incilerim dökülür sanki. Elim de yavaş, evet. Her şeye eriniyorum da ondan. Su almaya giderken bile törenle kalkıyorum koltuktan. Bir de baktığım yerde donup kalması çıktı bakışlarımın. Hangimizi kandırayım Ayten. Ben sevmediğim çiçekleri sulayamıyorum. Soluyorum, sen de biliyorsun.

Masadaki sohbette beni çeken pek bir şey yok. Nedim Abi de eskiden olduğu kadar görmüş geçirmiş, ilginç gelmiyor artık. Sokak kavgalarına, dürüst kalmak için devlet dairesinde girdiği tartışmalara dair hikâyelerin çoğu tanıdık. Masadaki öbür iki kişi arkadaşım bile sayılmaz. Nedim Abi’yle yakınlar. Öyle ki, ikisinden biriyle sokakta karşılaştığımda beni bir sıkıntı basar, söyleyecek laf, soracak şey bulamam. Hal hatır sorarız sadece sanki haftada üç beş kez aynı masada oturmuyormuşuz gibi. Bu insanlarla vakit geçirmeye pek hevesli değilim anlayacağın. Evden kaçıp kaçıp buraya sığınıyorum.

Ne zamandır böyle sık geliyorum buraya, ne zamandır aşinayım içtikçe anlatılan kahraman Nedim hikâyelerine? Sivri topuklu ayakkabının bir renk açığını da almak istediğin günden beri mi? Site içinden artık sıkılıp müstakil bir yazlığa taşınmak istediğini söylediğinde, şaşkınlık ve sinirle bezenecek tavrımı belli etmemek için yüzüne boş boş baktığım günlerde mi? Yoksa antikacıda bulup, koltuğunun altında dershane klasörü taşıyan özel okul öğrencilerinin gururuyla eve getirdiğin tablodaki prensin, her aynaya bakışımda, başımın tam üstümden gözlerime kibirli kibirli bakarak beni azarlayıp aşağıladığı günler miydi? Hatırlamıyorum.

Sen burayı arayıp beni isteyeli bir saati geçti. Ses tonundaki gerginlikten, geceye uygun kıyafetlerini giydikten sonra mutfaktaki sandalyelerin birinde bacak bacak üzerine atıp sinirli sinirli bacağını sallayarak bir sigara içtiğin, sonra burayı aramaya karar verdiğin anlaşılmıyordu elbette. Ama ben “zaten yeterince geç kaldık”, “çok ayıp olacak, iki hafta öncesinden sözleşmiştik”, “sen ne kadar vurdumduymaz bir adammışsın”lar arasına gizlenmiş son yarım saatini anladım. “Gelemem, gelmemeliyim,” diyemedim. Hele, “Geceyi bembeyaz kıyafetleri, yıllanmış şaraplarıyla süsleyecek mutlu çekirdek ailenin yanında benim ne işim var Ayten.” hiç diyemedim. Kapamak istediğimi belli eden bir ses tonuyla “Tamam, gelirim,” dedim. Bir şey söylemeden kapadın. Tekrar aramadın. Gidemeyeceğimizi anladın sanırım.

Artık beni beklemediğini biliyorum. Rahatladım. Bir bira daha söyledim. Ama biliyorum yarın kahvaltıdan sonra, ben gazeteyi alıp aynanın karşısındaki koltuğa oturup ilk sayfayı okumaya başladığım sırada, aynayla aramıza gireceksin. Bir arkadaşına kahve içmek için gitmek üzere hazırlanacaksın. Tüm kıyafetlerini ayna karşısında, benim önümde deneyecek, değiştireceksin. Artık nelerden mahrum kalacağımı anlatmak ister gibi çoklukla yarı çıplak kalacaksın. Sana bakmak için gazetemi indirip indirip bakıp, utanarak kaldıracağım. Sen, ben ve prens aynayı ve gazeteyi kullanarak saklambaç oynayacağız. Başımı hafifçe sağa kaydırıp sağ memeni görebilecek ânı yakaladığımda, sen başını sola çevirip yüzüne sağdan bakıyor olacaksın, prens bana bakıyor olacak –belki farkında değilsin ama burnun, yüzünün sağına doğru eğik olduğundan aynaya da insanlara da çoğunlukla başını sola çevirerek bakıyorsun ki çarpıklık belli olmasın. Utanıp, prense bir kez daha küfredeceğim. Seni ona bırakıp gazeteye döneceğim. İki köşe yazısı sonra gitmiş olacaksın.

Masamız eskiye döndü. Hatıralar aktı içkiyle birlikte içimize. “Eskiden ne güzeldi”de ortaklaşıp, bir süre sustuk. O arada ben yine seni düşündüm. Eskiden ne güzeldi?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Öykü Yazıları

Anlatmaya devam ediyordu. Gecenin başından beri konuşuyordu. Gözlerimizi açmış dinliyorduk. Dediğini ilginç kılan insanlardandı. O gelmeden önce canımız sıkılmıştı. Birileri aşk acılarından söz etti ama kimsenin aşk acısı ötekinin ilgisini çekmiyordu.

 

Ben bir tane daha alayım. Hepsini nasıl içti anlayamadan, bir tane daha. Sonra bir tane, bir tane daha. Hepsi birden içiyor, birbiriyle yarışır gibi. Herkesin elinde sigara. Önüme bakıyorum. Elimde telefonun kılıfı, yarım saattir çevirip duruyorum. Biraz daha dikkatli olmaya çalışıyorlar, pek rahat değiller.

 

Sizin hiç kendinizi çok komik bulduğunuz oluyor mu? Benim oluyor. Oluyor da bazı herkeslerden utanıyorum. Bazı da birdenbire gülmelere tutuluyorum. Bana komikliğimi yaşatan olayların birbiri peşinden geldiği de oluyor.

 

“Aaa… Camı boyuyor! Yasak değil mi?”

 

Karşı vagonda bir adam cama resim çiziyor. Boyaları çoktan dökülmüş, paslanmış, eski bir tren. Aralık perdelerden görünen vagonların içiyse rengârenk. Bizimkiler gibi bir örnek değil hiçbiri. Usta fırça darbeleriyle bir manzara şekilleniyor camda. Dağlar, bulutlar, bir ağaç, bir tane daha...

Mutlu sonlara bayılırım.


Gerçekten de bir son gerekliyse, mutlu olmasından yana oldum hep... Ne acılar içinde kıvranan bir kadına dayanabildi yüreğim ne de umutsuz bir erkeğin intiharıyla sonuçlanan bir romana.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.