

Bir kitapla ilişki kurmaya kapağıyla başlarız. Ferzan Özpetek’in İstanbul Kırmızısı, çok özel bir hikaye anlatacağını daha ilk sayfasını çevirmeden haber veren kitaplardan. Yazar kapağa annesinin gençlik resmini koyarak hem ne denli kişisel bir hikaye anlatacağını hem de özlemini dile getirmiş. Özlem, çünkü artık olmayan bir İstanbul’a ve geçmiş günlere hasret yatıyor öykünün derinlerinde. Artık olmayan sevdiklerimiz, tanınmaz şekilde değişen şehrimiz, yitirdiğimiz masumiyet ve bütün bu özlemleri yitirmemek için bu şehrin insanlarının verdiği çabalar... Özpetek bu duyguları Emek Sineması ve Gezi olayları etrafında anlatarak derinlik kazandırıyor öyküsüne.
Yazar için olduğu kadar, benim için de çok kişisel bir deneyimdi bu kitap. Yakın olduğum bir hikayenin anlatılıyor olmasından ayrı bir tat aldım. Kitabın kapağındaki kadın, Ferzan’ın annesi, hayatta en sevdiğim insanlardan biri oldu. Beni sıcacık kucaklayan ve ailesinin bir parçası yapan kadındı. Yıllar içinde çok çeşitli şeyler paylaştık, birlikte perhiz yaptık, sonra perhizimizi gizlice kremalı pastalarla ihlal ettik. Çok güldük, sırlarımızı paylaştık. Kendisini önemsemeyen ama aşkı önemseyen, duygu dolu bir kadın gördüm hep onda. Gözümde değeri hiç değişmedi.
Ben yazarı ve hikayeleri tanıdığım için böylesi bir yakınlıkla başladım okumaya fakat büyük olasılıkla, Özpetek’in her okuru bir çeşit tanımışlık duygusuyla kitabı eline aldı. Onun lezzetli sofralar etrafında toplanmış güzel dostluklar ve aşklar anlattığı filmlerini biliyorlardı. Onun kamerasından aile olmayı, sevgili olmayı, arkadaş olmayı görmüşlerdi. Film sahneleri zihinlerde canlı imgelerle dururken roman da, kuşkusuz, görsel ve renkli bir hal alıyordu. Özpetek kadar kendini ve yakın çevresinin filmlerine taşıyan az yönetmen olmuştur. Filmleri aracılığıyla kendini görme şansı verdi hep seyircisine ya da kendine açılan pencerelerden bakmamıza izin verdi.
Paralel iki öykü
Özpetek’in hayatında bir bölünmüşlükten söz edebiliriz. Yıllardır Roma’da yaşadığı halde İstanbul’u asla tam anlamıyla terk etmedi. İki şehri, iki evi oldu. Filmlerinde de her ikisini anlattı. Romanını da hayatı gibi ikilik üzerine kurmuş, paralel iki öyküyü aynı anda anlatmış.
Daha otobiyografik anılardan oluşan birinci öyküde, sinema yönetmeni karakter İstanbul’a aile evine dönüyor; ikinci öyküde ise İtalyan bir kadın, kocası ve yanında çalışan iki gençle İstanbul’a geliyor. “Adam” ve “Kadın” başlıkları sadece ilk ve son bölümde bir araya geliyor, roman bütününde bağımsız gelişiyorlar. Kadın İstanbul’a geldiği ilk günlerde büyük bir trajedi yaşıyor, birlikte geldiği genç adam trafik kazasında ölüyor ve kocasının başka bir kadını sevdiğini öğreniyor. Duygularını kapatarak yaşadığı ve sadece iş başarılarına odaklandığı hayatını bir anda değiştirerek İstanbul sokaklarına bırakıyor kendini. “Ve çıkılmamış kaç tatil, ertelenmiş kaç yolculuk; olması gerekirken olmamış ne çok şey var,” diye düşünen Kadın, tam anlamıyla duygusal olarak karşı tarafa geçiyor. Sonraki tanımlama bunu çok güzel anlatıyor: “Ve özgürlüğün esrik duygusu onu bir an için bütünüyle sarmalıyor.” Bunu korkusuzca yaptığını görüyoruz. Kendini hiç tanımadığı bir şehirde bilinmezlere atışıyla tüm hayatını da sorgulamaya başlıyor.
Bu arada Adam, dev bir şantiyeye dönüşen İstanbul’da geçmişin izlerine dalıyor. Bütün şehirle birlikte çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının geçtiği Kalamış aynı değil artık. Anılarına daldıkça babasını, aile içinde yıllarca konuşulmayan sırları, ilk aşkını hatırlıyor. Özpetek özellikle flashback’lerle çocukluk yıllarına dönüşünü kurgu ustası olduğunu kanıtlarcasına güzel başarıyor. Bunlar romanın en başarılı bölümleri. Ayrıca yazıya döktükçe düşüncelerinin geliştiğini, adeta yazarak düşündüğünü ve affettiğini hissettiriyor bu satırlarda. Aynı ustalığı “Kadın” bölümlerinde bulamıyoruz; kadının, asistanı Andrea adlı gencin ölümüne kayıtsız kalışı bir nebze karakterin inandırıcılığını yitirmesine neden oluyor. Andrea ve Elena, roman ilerledikçe önemlerini hızla kaybediyorlar, belki gereksiz kalıyorlar.
İkilik başka boyutlarda da hissettiriyor kendini. İki şehir, iki hayat, kadınlık ve erkeklik, gerçeklik ve sırlar, ve belki en önemlisi yaşam ve ölüm. Ölmüş babanın ve ilk aşkın ardından hissedilen sevgi. Özpetek’in anlatısındaki ikilikler karşıtlıktan çok birbirinden beslenen, birlikte varolan olgulara dönüşüyor.
Özpetek sineması
Ferzan Özpetek’in filmlerinde şöyle bir duyguya kapılırım: filmin ilk sahnesinde adeta bir gerçekliğin içine atılmış gibi hissederim kendimi. Bu duyguyu sanırım en iyi Bir Ömür Yetmez filminde hissetmiştim. İlk sahnede hiçbirini tanımadığımız bir sürü insanla bir masaya oturmuş hissi vermişti. Filmin ancak ikinci yarısında kimin kim olduğunu, aralarındaki ilişkilerin boyutunu anlamaya başlıyordu seyirci. Bu, Özpetek’in sevdiği bir anlatı şekli. Romanında da okuru benzer bir şekilde anlatının içine sokuyor. Öncesinde bir betimleme yapmadan, okurun zamanla anlatılan kişileri kendi başına tanımasına izin veren bir anlatı bu. Böylece kendisi aradan çekilip okurun (ya da seyircinin) karar vermesini sağlıyor. Roman boyunca karakterleri betimlemediğini görüyoruz. Herhangi birine yapıştırılmış bir etiket yok. Sadece nasıl davrandıklarını görüyoruz. Durumlar karşısında takındıkları tavırlardan kendi değerlerimizi veriyoruz onlara. Kimse yaşanan onca acının suçlusu olmuyor bu durumda çünkü okura baskı yapan bir önyargı yok. Aynı filmlerindeki gibi bu yaklaşım çok taze bir hava veriyor romana.
İstanbul Kırmızısı edebi iddiası olmayan, otobiyografik göndermelerle zenginleşen ve bir sanatçıyı daha iyi tanımayı, filmlerini yeni bir gözle görmeyi sağlayan bir roman. Ayrıca her şeyden çok, anne babaların hatalarıyla barışma romanı. İstanbul’a ve neslimizi şekillendirenlere yazılmış bir anmalık.
* Görsel: Ethem Onur Bilgiç
Yeni yorum gönder