Doris Lessing, 1979-1983 yılları arasında yayımlanan ve beş kitaplık bir bilimkurgu serisi olan “Argos’taki Kanopus Arşivleri”nin ilk romanı Şikeste’de, sonsuz uzayın boşluğunda sürüklenen bir gezegenin tarihini ve o gezegenin üzerinde hüküm süren canlıların çıkış ve çöküş öyküsünü anlatıyor. Kitaba adını veren “Şikeste,” bizim yakından bildiğimiz bir gezegenin, Dünya’nın ta kendisi aslında. Roman, tanıdığımızı sandığımız Dünya’yı ve insanlığı bizden daha iyi tanıyan bir uygarlığın, Kanopus’un gözünden, yer yer bir gözlemcinin nesnelliğiyle yer yer de kozmik bir müdahalecinin naif öznelliğiyle ele alıyor. Nereden gelip nereye gittiğimizi çok uzak bir zamanın ve mekanın bakış açısıyla yansıtan, insanın bu gezegen üstündeki egemenliğinin adil olup olmadığını sorgulayan bir eser bu. Elbette üstün bir uygarlığın Dünya üzerindeki egemenliğinin adil olup olmadığını tartışmayı da ihmal etmiyor Lessing.
Şikeste’nin öncelikle biçim olarak alışılageldik bir anlatıma sahip olmadığını belirtmek gerekiyor. Esasında, okuduğumuz roman bir ders kitabı. Ne var ki “biz”e ait bir ders kitabı değil, bizden üstün uygarlıkların müfredatında yer alan, "‘Kanopus Koloni hükümdarlığı Tarihi’ okuyan birinci sınıf öğrencilerine Şikeste hakkında genel bir tablo sunmak üzere seçilen” belgelerden oluşan bir tarih kitabı gibi değerlendirebiliriz bu metni. Ayrıca bu belgeler, Dünya’ya gönderilen elçilerden biri olan Johor’un raporlarına dayanıyor. Kısacası baştan sona raporlar, arşiv belgeleri, mektuplar, notlar gibi bölümlerin –sıradan bir olay örgüsüne kıyasla– dağınık bir halde kurguyu oluşturduğu, fakat kurgudışıymış gibi yapan bir kitap var karşımızda. Bilimkurgu alanında, klasiklerden modern örneklere kadar birçok önemli eserde karşımıza çıkan bir tekniğin sonucu bu.
Bilimkurgunun kahramanlarının ya da anlatıcılarının çoğu kez bilimle uğraşan biri olduğunu düşünürsek, kimi yazarların bazı eserlerde bu tekniğe başvurmasına da şaşırmamak gerek. Tabii diğer yandan, bilim insanı olan kahramanların anlatıcı olduğu eserlerdeki yadırgatıcılığın, o kahramanın bilimsel dünyasının diliyle verilmesinin ve kurguda çeşitli anlatı oyunlarının oynanmamasının ayrı bir edebi kudreti olduğunun da altını çizebiliriz. Doris Lessing ise bu romanda gözlemcinin bakış açısını çok net bir şekilde ortaya koymaya çalışırken, insanlığın evrendeki yerinin küçüklüğünü de vurgulamış oluyor. Ancak bu küçüklük bir umutsuzluğa işaret ediyor mu? Bu da tartışmaya açık bir durum. Bu noktada Lessing’in bakışının bilimkurgunun hem klasik hem de modern örnekleriyle yer yer paralellik taşıdığını, insanın kozmik kimliğine dair –en azından en dış hatlarıyla– Arthur C. Clarke’ınkini hatırlatan bir tablo çizdiğini, bunu yaparken de Le Guin’i hatırlatır şekilde Batı merkezli bir anlatıcılık zihniyetinden kaçınmaya çalıştığını görebiliyoruz.
Bizi “biz” yapan kim ya da kimler?
Bizim okuduğumuz kaynaklar aslında “uzaylıların” yine kendileri için kaydettiği belgeler. Bu noktada bilimkurgunun az önce bahsettiğimiz yadırgatma etkisi devreye giriyor. Biz/Onlar ayrımı netliğini kaybediyor, çünkü burada hem Dünyalılar bizden farklı, çünkü onlar “Şikesteli” hem de onları nesneleştiren, öykünün öznesi olan varlıklar “uzaylı.” Buna rağmen, onlar da kendi raporlarında kendilerinden “uzaylı” diye bahsediyor.
Yukarıda söz ettiğimiz “nesnellik” metnin geneline yayılıyor, öznellik ise, en naif haliyle kitabın başında raporlarını okuduğumuz kahramanımız Johor’un notlarında şöyle çıkıyor karşımıza: “Kayıt altına almak zorunda olduğum şeylerin dışında kalan bireysel düşüncelerimi de raporlarıma aktarmamın sebebi ise Kanopus’ta, Şikeste’yle ilgili hâlâ baskın olan görüşü, yani Şikeste’nin, onun için harcadığımız bunca zamana ve verdiğimiz bunca emeğe layık olduğu görüşünü savunmaktır.” İşte bunu Johor’dan öğrenerek metni okumaya başladığımızda, roman boyunca üzerinde yaşadığımız gezegene dair çizilen karanlık tablonun arasından sızan küçük umut ışıklarının biraz daha parladığını görebiliyoruz.
Şikeste’nin ve Şikestelilerin kaderini avucunun içine alan Kanopus adlı galaktik imparatorluğun karşısına Puttiora İmparatorluğu'nun bir parçası olan Şammat gezegenini koyuyor yazar. Elçilerin Şikeste’deki yaşama dair yaptıkları, insanlığın ve doğanın evrimini etkileyecek dönüştürücü ve “yukarıdan” müdahalelerin “iyi” niyetli olduğu düşünülürse, bu çerçevede kötülüğü temsil eden taraf Şammat gezegeni oluyor. Lessing, adeta Şeytan kavramıyla cisimleştirmeye alıştığımız kötülüğün tanımına birebir uyan bir şekilde betimliyor bu gezegeni ve Şikeste üzerindeki kötücül etkisini. Karakterlerden biri, etrafındaki kötülüğün, Şikeste’nin içine düştüğü karanlığın ve yaklaşan kıyametin farkına vardığında şöyle sorguluyor durumu: “Bu gezegenden yükselen kan kokusu herkesin burnuna doluyor olmalı. Birinin ihtiyacı var. Bir şeyin. Her şeyin bir işlevi var çünkü… Bir şey bu olan bitene ihtiyaç duyuyor.” Bu satırlarda hem tüm romana yayılan “uzaylı müdahalesi” fikrinin vurgulandığını hem de iyilik ile kötülük arasındaki çizginin oldukça kalın bir şekilde çizildiğini görüyoruz. Bu çizginin kalınlığı, yabancı uygarlığın gözünden yansıtılıyor. Şeytan’ın somutlaştırılması, tanımlanıp sınırlarının belirlenmeye çalışılması ve belirli bir etiketle, “Şammat” gezegeniyle anılması, iyilik ve kötülük tartışmasına çift katmanlı bir boyut getiriyor. Şikeste’nin giderek çöküşe yaklaşan bir gezegen haline gelmesinin sebebi ne? Kötü olan Şikesteli insanlar mı? Onları bu hale getiren Kanopuslu elçiler mi yoksa her zaman gerçek suçlu, kötülüğünden sual olunmayacak, o hiç görmediğimiz ama sadece “kötü” olduğunu bildiğimiz Şammat mı?
Sonuçta bize Doris Lessing’in etik soruları kalıyor bu romanın mirası olarak. Bizi “biz” yapan kim ya da kimler? Bizi “onlar” yapan, ötekileştiren de aynı kişi ya da varlıklar mı? Ve Lessing’in asıl sorusu şu: İnsanlık bu romanda anlatılan çabaya değer mi? Başka uygarlıkların, sözde uzaylıların yarattığı bir boşluğu doldurmaktan mı ibaret Dünya’nın uzayda kapladığı yer? Yoksa Dünya üzerindeki insanların burada açtığı boşluklar daha mı önemli uzayın geri kalanından?
Görsel: Nihan Sarı
Yeni yorum gönder