

Sevgililere yazılan şiirlere, sık başvurulan akrostişlere, popüler gazetelerde pek çok kişinin gülmek amacıyla okuduğu kimi didaktik kimi “duygu yüklü” dörtlüklere vs dayanılarak bu memlekette herkesin şair olduğu söylenegelir. Burada “şair” alaycı bir ifadedir, tıpkı çok konuşan birinden “felsefe” veya “caz” yapmamasının istenmesi gibi. Peki bu bakış Türkiye’de köklü bir geleneğe sahip olan şiirin toplumsal karşılığını mı gösteriyor?
İsmet Özel, "Modern Türk Şiirinin Savunması" başlıklı yazısında, "Modern Türk şiirinin dünyada hesaba katılabilir bir yerinin olması, bilhassa geleneğin değerlerini alt edebilmiş olmasıyla açıklanabilir," demiştir. Cemal Süreya da Orhan Veli’nin şiire kasket giydirdiğini ve şiiri sivilleştirdiğini söyleyerek, şiirin, kendi geleneğini nasıl alt ettiğini somutluyordu. Cemal Süreya’nın dediği gibi, şiirin Orhan Veli’den bu yana halkın arasına karıştığı söylenebilir. Ama halk yanı başında gezinen şiire çok yüz vermiyor yine de, şiir hakkıyla okunmuyor. Bu açıdan şairlere kulak vermemek, yanı başımızdakilere kulak vermememizden farksızlaşıyor aslında.
Çok yakın zaman önce, Gezi Direnişi sırasında, kendilerine kulak verilmemesinden şikayet edenlerin birbirlerine kulak verdiği günlerde, “Şiir sokakta” sloganının kendisine yer bulabilmesi de şaşırtıcı değil bu açıdan. Bu slogan, Türkiye’de şiirin zenginliğinin ve şiire düşkünlüğün/şairaneliğin bir göstergesi gibi; şiirin sokakla buluşması için “su çatlağını buldu” ifadesi yanlış olmaz herhalde. Şiirsel sloganlar ya da bildiğimiz şairlerin mısralarının sloganvari bir biçimde grafiti olarak kullanılması, şiirin bizi beklemekte olduğunun bir işareti. Şiirsever/şiiryazar bir millet oluşumuzun nedenleri de yine çok bilindik dinamiklere dayandırılır: bu toprakları besleyen farklı kültürler... Tasavvuf geleneği, masallar, ninniler, dengbejler, hikaye anlatıcılığı...
Şiir ve yazma üzerine kafa yoran, denemeleri, polemikleri ve eleştirileriyle de hafızalarda, kaynakçalarda yer bulan İsmet Özel, yukarıda adını andığımız yazısında bu durumu da tarifler. Özel'e göre, "çok geniş tutarsak, şiirin başlangıcını ninnilere götürebiliriz," çünkü "Şiir, hatırlanan ve seçkinleştirilen ve kendisine günlük dilin kullanımında farklı bir yer ayrılan şeydir. Bu anlamda bizim insan olarak konuşma ötesinde ihtiyaç duyduğumuz şey şiirdir. (...) Yani 'dandini dandini dasdana' dediğiniz zaman bir şiir söylemiş olursunuz. Hiçbir mânâ ifade etmez ama dilde belli bir işlev, hayatımızda belli bir işlev üstlenir."
Yine de şiir yazmaya düşkünlük şiir okuma konusundaki tutukluğa eşlik etmeyi sürdürür. Şiir okumak konusundaki bu atıllığımız kendi topraklarımızın dışındaki şiir geleneklerini takip etmek söz konusu olduğunda daha da artar.
Ve İran şiiri…
En yakın komşuların, kültürlerin, dahası genel anlamda tüm Doğu kültürünün görmezden gelinişi bizde yeni bir şey değil. Hal böyleyken kafamızı, gelenek ve kültür açısından muazzam köklere sahip komşu İran'a çevirip de onların şiirini hakkıyla izleyemeyişimiz, şiirle kurduğumuz ilişkiyi göz önüne alırsak şaşırtıcı olmaz.
Bütün bunlara rağmen, okura komşuyla etkileşim imkanı sunacak kitaplar mevcut. Antolojiler yayımlamak konusunda atak davranan YKY’nin okurlarla paylaştığı İran Şiiri Antolojisi'ni derleyip çeviren Mehmet Kanar, kitabın sunuş yazısında İran’daki şiir (okuma) geleneğinin bizden farklı olarak ilerlediğini şu sözlerle ortaya koyuyor: “İran edebiyatı, daha doğrusu Fars edebiyatı iki bin beş yüz yıllık kültür hazinesi içinde doğup gelişmesini sürdüren şiir üstüne kurulmuştur. Şiirsiz bir İran edebiyatı nasıl düşünülmezse, şiir söylemeyen, şiir okumayan, ezberinde çokça şiir olmayan bir İranlı da düşünülemez. Şiirsiz bir hayat, şiirsiz bir toplantı hatta şiirsiz bir bilimsel kongre bile İranlı için söz konusu olamaz.”
Gerçekten de İran şiirinin gündelik hayattaki bu tesiri ve İran’ın şiirle içli dışlı ilişkisi sayesinde, bizim bakarkör coğrafyamız açısından bile İran şiirinin keşfi mümkün olmuştur. Yamacımızdaki bu gelenek biz kafamızı o yana çevirmeye zorlansak bile yine de gelip bizi bulur, kapımızı çalar; çatlaklardan sızıp doyurmaya, beslemeye çalışır. Binbir Gece Masalları, Mesnevi, Mantık Al-Tayr, Tutiname gibi, şiir dışındaki eserler çatlaktan sızanların bazılarıdır. Bizim kuşaktan pek çok okurun, Fars şiirine dönüp de bakması, dilimize daha önce de çevrilen Furûğ-i Ferruhzâd'la rastlaşınca gerçekleşir; Ferruhzâd’ın mısraları bu karşılaşmayı unutturmayacak kadar etkileyicidir: “Bana düşen budur/ bana düşen budur/ bana düşen, asılmış bir perdenin benden aldığı gökyüzüdür”.
Kanar’ın hazırlayıp sunduğu antoloji, klasik şairler ve modern şairler olmak üzere iki ana bölümden oluşuyor ve Kanar'ın önsözde belirttiği gibi, Ömer Hayyam, Mevlana, Attar, Hafız antolojinin direkleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Antolojide yer alan klasik ya da modern pek çok şairin, seleflerinden ve kutsal kitapların hikayelerinden etkilendiğini düşünmemek/hissetmemek mümkün değil. Kitapta, şiirlerden önce verilen, şairlerin kısa yaşam bilgileri sayesinde bilmediğimiz gerçeklikleri öğreniyor; unuttuklarımızı hatırlıyoruz. Yine bu şair biyografilerinde iz sürülerek klasik şairler arasında karşımıza çıkan tek kadının Pervîn-i İ’tisâmî olduğu görülüyor. Modern şairler arasında da kadın olarak, yukarıda da andığımız Furûğ-i’nin birkaç şiiri yer alıyor. Her iki kadının da dizelerinde isyanın, yalnızlığın tezahürleri hissediliyor; Pervîn’in “Kedim” şiirindeki mısraları hem bir seslenişin, hem bir arayışın hem de kadınca bir hüznün sesi: “Üç yavrun vardı senin o günler/ Sabah vaktinin gülüşünden güzel/ Birkaç gün üzgün üzgün uyudular/ Başka kedilerin sığıntısı oldular/ Yavru mutludur annesinin yanında/ Anne sevgisi nerede, yabancı nerede?”
Ömer Hayyam’ı, Mevlana’yı ve elbette daha nicelerini sosyal paylaşım sitelerinde paylaşılanların ötesinde, daha güvenilir bilgilerle tanımak ve ara ara okuyabilmek için, el altında bir kaynak istiyorsanız İran Şiiri Antolojisi iyi bir fırsat.
* Görsel: Ethem Onur Bilgiç
Yeni yorum gönder