Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Felsefe

Felsefe

YABANCI POLİTİK: MARKSİST DEVLET KURAMINA YENİDEN BAKMAK



Toplam oy: 590
Paul Thomas
Dipnot Yayınları

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının hemen ertesinde yazdığı bu kitapta Paul Thomas, Marx ve Marx’ı takip eden Marksistlerin devleti kavrayışlarını ve bu kavrayışta ortaya çıkan kimi sorunları inceliyor. Sorunlu olarak tespit edilen en önemli husus, Marx’ın devlet kavrayışının araçsal, işlevselci ve indirgemeci bir açıdan ele alınmasıdır. Bu anlayışın temsilcileri olduklarını düşündüğünden, çok farklı yollarda yürümelerine rağmen, Thomas eleştiri oklarını Kautsky ve Lenin’e yöneltir. Devleti kapitalist sınıfın aracı veya egemen sınıfın çıkarlarına yapısal olarak bağlı olan bir özne gören bu anlayış, Thomas’a göre desteğini, Marx’ın aceleci bir çıkarımda dile getirdiği, devletin “egemen sınıfın yürütme komitesi” şeklindeki sözlerinden almaktadır. Oysa egemen sınıfın aracı olarak devleti görmek, parçayı bütünün yerine ikame etmek anlamına gelir. Bu kavrayışta devlet hep orada duran bir nesne olarak ele alınır. Bu ve bu tarzdaki ifadelerden yola çıkarak benimsenen bir devlet görüşünün, modern devletin karmaşık yapısını anlamaktan uzak, tek yanlı ve ele geçirilmesi gereken bir araçtan başka bir şey olarak düşünülmeyeceğini belirtir.

Bu görüşe karşılık, Thomas, devleti kavramada Marx’ın düşüncesinde daha karmaşık ve verimli bir hattın olduğunu, egemen sınıfın bir gereci olarak devletin Marx’ın devlet hakkında söylediklerinin hayati kısımlarını teşkil etmediğini iddia eder. Sadece devleti değil, siyaseti de niteleyen bu görüşünü “yabancı politik” olarak adlandırır. Devlet kuramıyla ilgilenmek aynı zamanda siyasetin özgüllüğünün ne olduğunu belirlemeye çalışmaktır. Yabancı politiğin iki temel veçhesi vardır: ilkin, yabancı sözcüğünden aşikar olduğu üzere, yitim ve uzaklaşmayı ifade eden, politik ilgi ve sorunların gündelik hayatın gerçeklikle kopan bağıdır. Kamusal ve özel arasında oluşan yarılma neticesinde bu iki alanın birbirine telif edilememesidir. İkinci husus ise, ortak eylem ve demokratik potansiyelin sivil toplumda can bulmayıp tüm siyasal etkinliğe devletçe el konmasıdır. Devletin siyaseti ilgası neticesinde siyaset esasında tözsel niteliğinden soyulup bütünüyle sınırlanıp biçimselleşmektedir.

Öyleyse siyasetin asıl yeri olarak sadece devlete değil, onun karşı muadili olan sivil topluma da başvurmak gerekir. Söz konusu olan bu ikili ayrım üzerinde sual kabul etmez bir şekilde yürümek değildir, aksine bu ayrıma karşı belirli bir eleştirel mesafe daima elde tutulmalıdır. Sivil toplumun tartışmaya buyur edilmesiyle, esas mesele devlet olmasına rağmen aynı zamanda siyasetin nasıl kavranması gerektiğine dair de savlar öne sürülür. Sivil toplum söz konusu olduğunda, akla ilk gelen kişi hiç kuşkusuz Hegel olur. Thomas da doğal olarak devlet ve sivil toplum ilişkisini sorunlaştırması konusunda Hegel düşüncesine başvurur. Ama yine aynı konuda yazan Marx’ın Hegel eleştirilerini de aktarmaktan, daha doğrusu benimseyerek aktarmaktan geri kalmaz. Hegel’in devlet merkezli bakış açısının karşısına Marx’ın farklı toplumsal grupların, sınıfların mücadele alanı olarak siyaseti kavramsallaştırılan bakış açısı konur. Devletin ussal, sivil toplumun ise ilineksel olduğuna dair Hegelci görüş kabul edilemez. Farklı iki ucu teşkil eden terimlerden birinin seçilmesine göre, siyasetin ve evrenselliğin nasıl biçimlendirileceği de değişmektedir. Hegel için siyasal bir kategoriden yoksun olan yoksullar, Marx için proletarya ismi altında evrenselliğin ve siyasetin uygun kategorisi olur.

Kitapta Hegel ve Marx tartışmasına ayrılan bir diğer önemli kısımda ise, Almanya’nın geri kalmışlığı ve bu geri kalmışlığı sonucunda oluşan olaylara verdiği tepkilerin nasıl kavranması gerektiğine dairdir. Bilhassa Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan olaylara ve sorunlara nasıl bir yanıt verilmesi gerektiği konusunda üretilen düşüncelerdir. Modern devletin ihdas ettiği soyut haklar ve evrensellik anlayışı, kamusal ve özel alan ayrımı Marx’ın temel eleştiri noktalarından birini oluşturur. Çünkü bireyleri bu soyutluk üzerinde böldüğünüzde, onları birbirlerinden yalıttığınızda tekrar birleşmelerinin ve kolektif bir hüviyete kavuşmalarının biricik yolu ancak devlet eliyle mümkün olabilir.

Hegel ve Marx değerlendirmelerinden sonra, Thomas, özellikle eleştirdiği Leninci devlet anlayışına karşı, Marksizmin iki önemli ve verimli uğrağı olarak Gramsci ve Poulantzas’ın görüşlerini öne sürer. Devleti bir araç olarak gören anlayıştan farklı olarak, Gramsci ve Poulantzas, devlete göreli bir özerklik atfetmişler ve devletin bu ayırıcı hususiyetinin ne olduğunu kavramsallaştırmaya çalışmışlardır. Gramsci, devleti salt sınıfsal tahakkümün bir aracı olarak almamış, Hegelci fikirlerin etkisiyle devleti kültür ve hegemonya bakımından sorunlaştırır. Adeta kurumlardan oluşan bir ağ olarak devletin güç alanları ve bu gücün yoğunlaşması üzerinde durur. Bu güç alanlarını biçimlendirme aynı zamanda bir sınıfın kendisini de biçimlendirmedir. Buna göre, devlet burjuvazinin güdümünde olan salt bir araç değil, sınıfın içi bölünmüşlüğünü ortadan kaldıran, siyasi hegemonyayı gerçekleştiren bir yapıdır. Thomas’a göre, sonuçta bu meselede şu kıymetli görüyü elde ederiz: devlet sınıf mücadelesinin bir arenasıdır aynı zamanda.

Gramsci’nin ortaya koyduğu hattı biraz daha derinleştiren kişi ise, devletin “izolasyon efekti” yönünü vurgulayan Poulantzas olmuştur. Bu efekt dolayısıyla devlet, göreli özerkliğinde sınıfların bölünmüşlüğüne ve sınıfın biçimlenmesine müdahale eden bir fail hüviyeti kazanır. Araçsal kavrayışın ötesinde olan, Thomas’ın da önem verdiği bu kavrayışın önemi, bir araç olmadığı için devletin kuşatılıp ele geçirilen bir nesne, bir araç değil, toplumun tüm gözeneklerine sirayet etmiş, bu nedenle dönüştürülmesi gereken bir kurumlar bütünüdür.

Kitabın son ve tamamlayıcı kısmı, 70’li yıllarda boy veren Avrokomünizm tartışmalarına ayrılmıştır. Avrokomünizm hareketi, birleşik ve katı sınırlara sahip olmamasına rağmen, hakkında şu söylenir: başköşeye yerleştirilmesine rağmen, fikirlerinden feyz alınan kişi Gramsci değil Kautsky’dir. Avrupa’nın Marksist siyasal düşüncesinin en önemli figürü Gramsci ve Poulantzas yerine devlet hakkında belirgin özellikleri ve ayırt edici bir görüşü olmayan Kautsky’nin fikirlerine müracaat edilmesi bu hareketin temel zayıflığı ve basiretsizliği olarak gösterilir. Bu nedenle, devlet ve siyasete ilişkin köklü bir gelenek yaratılması ıskalanmış, verili durumun paçasına yapışılmış, devlet hakkındaki araçsalcı görüş yeniden canlandırılmıştır. Avrokomünizm hareketi devlet kuramı hakkında yeni fikirler icat etmediği gibi utangaç bir şekilde kullandığı Kautsky’nin fikirleri aracılığıyla devlet hakkındaki eski ekonomist ve  belirlenimci görüşe geri dönmüştür.

Kitap son olarak devlete ilişkin uzun erimli bir çalışmayı ve düşünmeyi hedefleyen mecrasının temel hattını bir daha açık kılar: Gramsci’nin “hegemonya” nosyonuna ve Poulantzas’ın “izolasyon efekti” düşüncesine geri dönülmelidir. Ancak bu hat içinde konumlanarak, nesne veya özne olarak devletin ele alınmasından cayılıp mücadelenin yoğunlaşma noktası olan bir topos olarak ortaya konabilir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Felsefe Yazıları

“Ve bugüne kadar istisnasız bütün devletlerin... nihai amacı olan ebedi barış, kötü savaşları bitirmemizi ve kendisine ulaşmak için en uygun görünen (belki de bütün devletlerin tek tek ve tümden cumhuriyetleşmesini sağlayan) bir anayasa kurmamızı talep eder.

“Girit’e kaçmak, Girit’te yaşamak, Atina’da ölmenin alternatifiydi. Fakat Sokrates Atina’da ölmeyi seçti. Sokrates, Girit’e felsefeyi sokmak uğruna yaşamını korumaktan ziyade, Atina’da felsefeyi korumak uğruna yaşamını feda etmeyi tercih eder. Eğer Atina’da felsefenin geleceğine ilişkin tehlike o kadar büyük olmasaydı, Sokrates, belki de Girit’e kaçmayı seçerdi.

“Sanat eleştirisi öğretmekle geçirdiğim uzun yıllar beni şuna ikna etti ki, bir imgeyi değerlendirmenin en iyi yollarından biri onu gözlemlemek ve üzerine düşünüp konuşmaktır. Sanat eleştirisi bunu gerektirir ve bu kitabın derdi de bu.

“Fotoğraf felsefesinin amacı, insan ve aygıt arasındaki mücadeleyi fotoğraf alanında ortaya çıkararak, sözkonusu karşılığa olası bir çözüm aramaktır”

“... nesnelerin beni (özgür bir varlığı) nasıl etkilediği asla anlaşılır şey değildir. Ben yalnızca nesnelerin nesneleri nasıl etkilediğini kavrarım. Ama ben özgür olduğuma göre (ve ben, kendimi nesnelerin bağıntısı üzerine çıkarıp, bu bağıntının kendisinin nasıl olanaklı olmuş olduğunu sormak suretiyle olanım), ben asla hiçbir şey, hiçbir nesne değilim.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.