Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Felsefe

Felsefe

YUMURTA: RUHA YOLCULUK



Toplam oy: 1382
Hasan Akbulut, Seçil Büker
Dipnot Yayınları

Seçil Büker ve Hasan Akbulut’un ortak çalışması olan Yumurta: Ruha Yolculuk kitabı, yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta”, “Süt” ve “Bal” üçlemesinin ilk filmi olan “Yumurta” filminin bir okumasını sunar bizlere. Giriş ve sonuç kısımları dışında on beş kesit üzerinden incelenen filmin adeta bir anatomisi çıkarılır. Film çekim tekniklerinden Freud ve Jung psikolojisine, dinsel ve mitsel tören ve arketiplerden Bergson ve Deleuzecü felsefeye pek çok farklı alandan getirilen malzemeyle, filmin yavaş temposuna uygun olarak adım adım çekimler ve sekanslar yorumlanır. 

Bu yorumdan önce kitabın konusu olan filmi izlemeyenler için kısaca anlatmak yararlı olacaktır: İstanbul’da yaşayan sahaflık yapan ve genç bir şair olan Yusuf, annesinin ölüm haberiyle zorunlu olarak daha önce yaşadığı ama uzun zamandır uğramadığı ve iletişimin kopuk daha doğrusu nerdeyse hiç olduğu Tire’ye geri döner. Annesinin gömülmesinden sonra hemen ertesi gün Tire’den ayrılıp İstanbul’a dönmek ister. Ama son beş yıldır annesiyle yaşayan uzak akraba kızı Ayla, annesinin bir kurban adadığını ve bunun yerine getirilmesi gerektiğini söyler. Dönmesinin önüne konan engeller, kurban ve veraset işlemleri Yusuf’u geçmişine ama büyük oranda artık yitip kaybolduğu şimdiki zamanına doğru bir yolculuğa çıkarır. Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta” filmi, Joyce’un “Ulysess” romanının sinemada verilmiş bir örneğidir adeta. Taşradaki yaşamını bırakıp büyük şehre göç eden ama orada yer yurt bulmayan uyumsuz ve sıkıntılı genç bir şairin annesinin ölümü üzerine dönüşünü ve bu dönüşte açığa çıkanları anlatıyor. Başlangıç yerine dönmeyle gerçekleşen bir dönüşümün hikayesi.

Bu yolculuk Tire ve yakın çevresinde yapılan bir yolculuktur. Yani merkezden uzakta taşrada yapılan bir yolculuk. Dolayısıyla olağanüstü bir şey vaat etmeyen, tekdüze ve boğucu bir zaman ve mekanı göstereceği düşünülebilir. Ama Büker ve Akbulut’un kitaba koydukları isimden de anlaşılacağı üzere yapılan bu yolculuk, taşranın zamanı ve mekanı içinden geçerek kayıp bir ruhun aranmasına doğru yapılan bir yolculuğa çöker. “Hazineniz yüreğinizin olduğu yerdedir” deniyordu. Yusuf’un hikayesi de yitirilmiş bir yüreğin bulunmasına, dolayısıyla hazinenin -filmdeki metaforla incinin- bulunmasına dair bir arayışı dile getirir. Bu arayışı, Büker ve Akbulut, taşra, yuva-yuvasızlık, anne-oğul ilişkisi, aşk, sıkıntı, sükunet, kurban, ölmek ve yeniden doğmak ve doğa kavramları ışığında çözümlemeye çalışırlar. Burada Yusuf, sadece ölen annesiyle değil, annesiyle son beş yıldır birlikte yaşamış olan akrabasının kızı Ayla ve yokluğunda onun adına yapılanlarla, mevcut varoluşunun artık bastıramadığı sıkıntısıyla karşılaşır. Anne-oğul ilişkisi, yuva ve yuvasızlık, uzak ve yakın, sükunetin olduğu kadar sıkıntının da mekanı olan taşraya ve o taşranın bir öznesi olan Yusuf’a dair hikayenin ne anlama geldiğini çözümlemek için son derece faydalı bir rehber işlevi görür bu kitap.

Kitabın giriş bölümünde Büker ve Akbulut, sinemanın kimi teknik bilgileri ışığında Yumurta filminin görsel yönü bakımından alımlanması için bir giriş yaparlar. Bu görsel çerçeveyi, anlatının hakim unsurları olan konu, izlek, tema ve öznenin nasıl bir yer tuttukları konusu izler. Bu genel çerçevelerden sonra, filmin soyut ve genel yapısını somutluğa kavuşturan öğelere geçilebilir artık. Filmi takip eden ve kitapta kesitler olarak sunulan düzenlemede ilk öğe, filmin kahramanının -Yusuf’un- işyeri ve yattığı yerin aynı olmasına dayanarak yapılan yorumlardır. Çalışılan yerin ve yatılan yerin aynı olması, sürekli bir ihlal ve engelin ortaya çıkması anlamına gelir. Çalışan yere uğrayanlar aynı zamanda çalışmayan bir yere de uğramış olurlar. Bir evden çok adeta sığınılan bir yerdir sahaf dükkanı. Bu iç içe geçmişlikten dolayı Büker ve Akbulut, genç adamın “yuva ve yuvasızlık” halini sorgularlar. Bir evin yokluğu aynı zamanda bağlanma ve bağlanmamaya dair bir arayışın işaretidir. Nitekim filmin isminden hareketle Büker ve Akbulut şu yorumda bulunurlar: “Filmin adı ile mekanı arasında da sıkı bir ilişki olduğu söylenebilir. Zira yumurta, taşrayı çağrıştırır, büyük şehri değil. Ayrıca yumurtanın gelişmesi, olgunlaşması ve nihayet içinden bir canlıyı çıkarması için gerekli özel koşullarından birisi sessizlik, diğeri de sıcaklıktır…yumurta Yusuf’un ev arayışının göstergesidir.”  

Yukarıda da değindiğimiz gibi, Yusuf merkezden -şehirden- taşraya döner. Bir mekan olarak taşranın kimi özellikleri -tekdüzelik, farklı alanların birbirinden pek uzaklaşmamış olması, yakınlığın uzaklığa galebe çalması, gündelik hayatın ritmi ve bu ritme eşlik eden ritüeller- anlatılır. Kendisinden kaçtığı, nefret ettiği taşra henüz bilmese de onun asıl yuvasıdır. Sıkıntının nedeni de çözümü de dışarıda değil, yuvanın -yani taşranın- kendisindedir. Öyleyse yuva baştan sona kat edilmelidir. Bunu Yusuf’un farklı mekanlarda -ormanda ve berberde- uyumasından çıkarabiliriz. Ancak güvenin, Büker ve Akbulut’un deyişleriyle, sükunetin, olduğu yerde böyle kolayca insan kendini uykuya teslim edebilir. Aynı zamanda taşrada uyku, büyük şehirden farklı bir kalp ritminin olduğunun göstergesidir: ormanda veya taşrada berber dükkanında uyuyabilirsiniz, çünkü paranın hükmettiği bir zaman ve yer diliminde değilsinizdir artık. Oysa şehirde hem bir hız ritmi hem de bu hız ritmine el koyan bir ölçü -para- sistemi vardır. Uyumak, zamanı koştura koştura yaşamamak, mekanın her yerini ağır ağır ve duyumsayarak adımlamak doğanın koyundaki taşrada olmak demektir.

Yazarlar -dolayısıyla yorumladıkları filmin yönetmeni de- mekanı ve zamanı nesnel koordinatlar olarak değil, aksine bireyleri çevreleyen bir hayat çerçevesi olarak gördüklerinden, aslında mekan ve zaman dışsal değil aksine içsel varoluşsal kipliklerdir. Bu içsel kiplikler olmaları yüzündendir ki, yapılan yolculuk “ruha yolculuk” olarak tanımlanır. Çünkü tehlikeli ve ehemmiyetli olan ama aynı zamanda vaat ve umut sunan asıl olarak bu yolculuktur: “Düşmanları kendi duygularıydı. O sürekli huzursuzluk durumu içindeydi. Tehdit dışarıda değil, içerdeydi ve içerdekini fark etmek dışarıdakini fark etmekten daha zordu. Tehdidin duygular olması, bu tehdit karşısında kahramanın ruha ‘yolculuk’ yapmaya karar vermesi ‘Neden Yumurta’ sorusunun yanıtlarından biri” diye belirtir yazarlar.

İçerde olana dair yolculuk ise ancak hatırlanarak ve yaşanılarak açığa çıkabilir, istemli bir hatırlamadan ziyade istemsiz olarak hatırlama. Hatırlayan öznenin -Yusuf’un- belleği değil, bizzat mekanın kendisi öznede kendisini hatırlatmaktadır. Mekana dahil olarak yaşantıları şimdi de canlanmaya başlar. Başlangıçta anlar sürekliliği içinde olan Yusuf, yavaş yavaş yaşadığı kasabanın her tarafında onu bir şeylere çağıran, hatırlatan nesneler, durumlar, insanlar ve hatta rüyalarla karşılaşır. Bu anıların böyle artarda kendilerini hatırlatmasının bir nedeni taşranın yavaş akan zamanı ve mekanın her yerinin dokunabilir olmasıdır. Zamanın bu yavaşlığında Yusuf, çocukluğunu, eski arkadaşlarını, uğraşılarını ve aşkını yeniden hatırlar veya hatırlamak zorunda kalır. Onun evi geçmişindedir. Fakat bu bir tür nostaljik bir duyguya kapıldığı anlamına gelmez. Büker ve Akbulut’un belirttikleri gibi, Yumurta filminde Yusuf, doğup büyüdüğü kasabasına, dolayısıyla geçmişine doğru bir yolculukta olsa da geçmişi yücelten unsurlara yaslanmaz. Burada geçmişin hatırlanması bir yeniden doğuşun biçim-içeriğini sunar. Büker ve Akbulut, filmin iki farklı zamanı karşı karşıya koymadığını, dolayısıyla zamanın bir kipliğini övüp diğerini ise yermediğini ifade ederler.

Büker ve Akbulut, Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta filmine dair yaptıkları tafsilatlı okumayla, sinemanın sadece duyumsal bir zevke dayanmadığını, her hakiki sanat yapıtı gibi sinemanın has ürünlerinin de bir fikri inşa ettiğini ya da düşünce için bir sorun olanı didikleyip sergilediğini gösterirler. Yumurta filmi bir fikri dile getirmişti, bu kitapta adım adım o fikri takip etme yolunda önemli bir giriş sunar. Bu kitap hem bir filmin çözümlemesinin -yorumlanmasının- nasıl yapıldığını görmek için hem de seyredilen bir filmin hemen kendini açığa vurmayan ayrıntılarını görmek ve dolayısıyla filme yeniden dönmek için iyi bir başlangıç sunar. Dahası, son dönemde edebiyatta ve özellikle sinemada başat bir temaya dönüşen taşra -yitik bir nesne mi? Kentteki hayal kırıklıklarının devası mı? Yoksa bir uzlaşma mekanı mı?- gibi kimi sorular ışığında tartışılmalıdır. Ama kitabın bir başka ayrıcalığı da Türkiye’de tek bir film üzerinden yapılan okumaların pek nadir olduğunu hatırladığımızda daha da bir ehemmiyet kazanır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Felsefe Yazıları

“Ve bugüne kadar istisnasız bütün devletlerin... nihai amacı olan ebedi barış, kötü savaşları bitirmemizi ve kendisine ulaşmak için en uygun görünen (belki de bütün devletlerin tek tek ve tümden cumhuriyetleşmesini sağlayan) bir anayasa kurmamızı talep eder.

“Girit’e kaçmak, Girit’te yaşamak, Atina’da ölmenin alternatifiydi. Fakat Sokrates Atina’da ölmeyi seçti. Sokrates, Girit’e felsefeyi sokmak uğruna yaşamını korumaktan ziyade, Atina’da felsefeyi korumak uğruna yaşamını feda etmeyi tercih eder. Eğer Atina’da felsefenin geleceğine ilişkin tehlike o kadar büyük olmasaydı, Sokrates, belki de Girit’e kaçmayı seçerdi.

“Sanat eleştirisi öğretmekle geçirdiğim uzun yıllar beni şuna ikna etti ki, bir imgeyi değerlendirmenin en iyi yollarından biri onu gözlemlemek ve üzerine düşünüp konuşmaktır. Sanat eleştirisi bunu gerektirir ve bu kitabın derdi de bu.

“Fotoğraf felsefesinin amacı, insan ve aygıt arasındaki mücadeleyi fotoğraf alanında ortaya çıkararak, sözkonusu karşılığa olası bir çözüm aramaktır”

“... nesnelerin beni (özgür bir varlığı) nasıl etkilediği asla anlaşılır şey değildir. Ben yalnızca nesnelerin nesneleri nasıl etkilediğini kavrarım. Ama ben özgür olduğuma göre (ve ben, kendimi nesnelerin bağıntısı üzerine çıkarıp, bu bağıntının kendisinin nasıl olanaklı olmuş olduğunu sormak suretiyle olanım), ben asla hiçbir şey, hiçbir nesne değilim.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.