O karavan yıllarca orada durdu. Artık sadece kente yeni gelenlerin kafasını çevirip baktığı eski, bakımsız görüntüsüyle bir hurda mezarlığı hissi veriyordu. Bunu şimdi anlıyorum. Bilseydim o zamanlar her şey daha kolay olurdu benim için.
Güneş hafifçe bile vursa, hayat dolardı sanki. Yanında yöresinde çok saklambaç oynamışlığımız vardı. İçini hayal ederdim hep. Neler gizliydi kimbilir. Meydanın kalabalığında yüzümü hanın kapılarına doğru çevirip yan gözle ona bakardım. Kimse ona baktığımı görmemeliydi. Kimsenin dikkatini çekmemeliydi. Oyun oynarken koşarak geçerdim yanından. Kimse karavana yaklaşma isteğimi nasıl da bastırmaya çalıştığımı, çemberimin o yana doğru seğirtmesinin aslında benim hünerim olduğunu anlamamalıydı.
Yavaş yavaş eksildi insanlar sokaklardan. Bombalardan önceydi. Önce kadınlar çekildi evlerine. Sonra yavaş yavaş erkekler. Çocukların cinsiyeti var mı diye düşündüm ben de ilk kez. Ne kadınlar kadar erken ne de erkekler kadar geç... Onlar fırsat buldukça meydana koştu. Ama bu fırsatı ne bombalar, ne izinler ne de üniformalılar yarattı onlara. Sadece kapıyı açık bulmaları yetti bazen. “Oynayalım mı?” diye kapıyı çalan arkadaşlarının nerede olduklarını, yaşayıp yaşamadıklarını bile bilmiyorlardı. Bilmedikleri bu gerçeklerin anlamlarını da bilmiyorlardı. Yaşam kadar net bir gerçeklik bile onlar için hayal dünyalarını besleyecek basit bir varsayımdı.
Sonra evler boşalmaya başladı. Evde satacak bir şey bulamayanlarla evlerindeki kalan eşyaları satacak birini bulamayanlar birbirine karıştı. Boşalan evlerse önce insansız kaldı, sonra eşyasız. Sonra bazılarının duvarları bile kalmadı. Gururla toprağa karıştılar.
Ben en büyük şaşkınlığımı karavanın kapılarını açık gördüğümde yaşadım. Açıktı işte, oradaydı. Yanından hızla koşarak geçiyordum ama bunu anlamamam mümkün değildi. İçine bakmalıydım. Bu düşünceyle meydanın en uzak köşesine kadar koştum.
Annemin sokağa çıkmama izin vermediği, babamınsa çalışmaya gittiği günlerden biriydi. Annem akşam olup da hava kararmaya yüz tuttuğunda ağlamaya başlardı. Niçin ağladığını sorardım. Eski hatıralarının aklına geldiğini söylerdi. Sonra annem kalkardı, tahta masaya üç tabak koyardı. Bazen elleri titrerdi. İşte bazen tabakları koyarken, bazen gaz lambasını yakmaya çalışırken ya da bazen beni zorla tek başıma yemeğe oturttuğu sıralarda, anahtar sessizce dönmeye çalışırdı kapımızda. Sesi annemden önce duyup haber vermeye çalışırdım:
– Anne! Babam geldi!
Annem benim oyunuma her gün katılsa da, daha anahtarın ilk temasında derin bir nefes ve ardından, son bir hıçkırıkla gözyaşlarını koyverir ve sanki o dünyanın en beklenen durumu yaşanmış gibi, kapı açıldığında babama parlayan gözleri ile, “Hoş geldin,” derdi.
Babam sanki görmüyordu artık. Belki de bütün gününü, gördüklerini görmemeye çalışarak geçirdiği için, bizim de yüzümüze bakmıyordu. Sanki kafamın arkasında başka şeyler görüyordu. Ama görevini bir gün daha başarmıştı. Gittikçe küçülen torbalarla da eve bir şeyler getiriyordu, daha da önemlisi babam hâlâ eve dönüyordu.
Meydanın en uzak köşesinden dönerken karavanın kapısı hâlâ açıktı. Bütün cesaretimi topladım. İçini az da olsa görebileceğim bir köşeye geçmeye karar verdim. Geçtim. Gördüm balyaları, sandıkları... Benim yıllarca kurduğum düzeni altüst etmişlerdi! Her şeyi çıkarıp atmışlardı! Canım karavanın içine o konaktan çıkan...
Bu şehir ne kadar da boş artık. Karavanın yanından koşarak geçip soluklandığım köşelerde, gözlerimi kapatıp meydanda yalnızca ben olduğumu hayal ederdim. Ne kadar özgürdüm. Şimdi gerçekten boş. Şimdi yalnızca ben varım. Gerçeklerin yer aldığı oyunu kurgulayamıyorum. Acı çekiyorum. Yaşamın, özgürlüğün bedelini gerçekler ödetiyor bana. Özgürlüğümü anılarıma teslim ettim. Yarın tekrar gideceğim bu şehirden. Artık geri dönmek istemediğimi düşüneceğim.
Yeni yorum gönder