I
Sadece mahalle arkadaşım Ümit’e anlatıyorum her şeyi. Güvercin besliyor Ümit. Kümesteki kuşları gösteriyor bana. Taklacıymış bunlar, beyaz mardin, arap mardin, bingo da varmış. Ümit kaptırdığı güvercinler için atmacalara, “şerefsizler” diye sövüyor, sonra bana dönüp:
“Salaksın oğlum sen,” diyor.
Ümit’in açık sözlülüğüne aldırmadan anlatmaya devam ediyorum:
“Evet o gün kabak dolması ve makarna yapmıştı, yoğurt ve karpuz da vardı.”
“Hay sana da kabak dolmana da be! Bekle biraz, ben şu kuponu yatırıp geleyim, sonra devam edersin anlatmaya.”
Güvercinlerin, altılı ganyanın, iddianın üstadı Ümit, palas pandıras çıkıyor çatıdaki kümesten, merdivenleri ikişer ikişer iniyor her zamanki gibi. Çıkarken de aynı tarifeyi uygulayacak. Çatıdan bakıyorum ona, yürürken yere basmıyor sanki, uçuyor gibi.
“Oğlum bırak artık bu hülyaları, bak büyük aldım bu kez, iyicene cilalayalım kafaları.”
Boşa kürek çekmek deyiminin bendeki tam karşılığı şuydu: Ümit’e Efser Abla’ya olan tutkumun bir saplantı olmadığını, insana en çok zevk veren hayallerin, gerçekleşmesi en güç olanlar olduğunu ve belki de salt bu zevk için Efser Abla’ya tutkun olduğumu anlatmak.
Ümit zaman zaman değişiklik yapar, “Salaksın oğlum sen,” yerine, “Oğlum sen kafayı yemişsin lan,” derdi.
Çakır keyif olduğumuz zaman, her şey kendiliğinden gelişirdi. Ümit’in yazgısı beni dinlemek, benim yazgım ise Ümit’e Efser Abla’yı anlatmaktı. Her anlatış benim için Efser Abla’ya kavuşmak, onun elini tutmak, ona sarılmaktı.
II
Liseyi bitirdikten bir hafta sonra Tevfik Ağabey’in marangozhanesinde çırak olarak çalışmaya başladım. Üniversite sınavı da beklediğimden daha iyi geçmişti ve siyasala gireceğimden kuşkum yoktu. Bir yandan okuyup, bir yandan Tevfik Ağabey’in yanında marangozculuğu öğrenecektim. Sabahları atölyeyi süpürür, çay yapardım. Ufak tefek işleri halletmek için sağa sola giderdim. Çıraklık için geçkin sayılırdı yaşım, ancak bunu pek fazla dert etmiyordum. Kısa sürede geliştirdim kendimi. Doğramaları kesiyor, bunlara biçim veriyor, malzemeleri boyuyor, yapıştırıyor, cilalıyordum.
İşe başladığımın üçüncü günü, çöl sıcaklarının olduğu günlerden biriydi, upuzun siyah saçları ve elinde yemek tepsisiyle geldi Efser Abla. Usulca, süzülerek, biraz utangaç... Karısıyla tanıştırdı beni Tevfik Ağabey. Ispanak, pilav ve yoğurt vardı o gün.
Efser Abla her öğlen hem Tevfik Ağabey’e hem bana yemek getiriyordu. O içeri girdiği zaman, anlamsızca panik yapıyor, elimdeki işi yüzüme gözüme bulaştırıyor, hareketlerimdeki bu değişiklikleri fark edecekler diye ödüm kopuyordu. Ben yemeğimi alıp atölyenin en kuytu köşesine geçiyordum. İki bina yandan değil de sanki bir masal diyarından geliyordu Efser Abla. Gerçek bir varlıkmış gibi gelmiyordu bana. Büyük ressamların yapıtlarındaki kadınlar gibiydi. Gerçeğe yakın, ama büsbütün de gerçek olmayan bir güzellikti onunkisi. Atölyeye geldiği zaman hiç konuşmazdık, ama o hep gülerdi. Sevgisini katardı tüm yemeklere. Herkes yemeğini yedikten sonra ben çay servisi yapardım. Efser Abla’nın bardağını doldururken ellerim titrerdi. Hem karşı koyamadığım bir beğeninin heyecanı yüzünden hem de bu beğeninin bana vermiş olduğu suçluluk duygusundan heyecanlanırdım.
Tevfik Ağabey ile Efser Abla, yılların alışkanlıklarından dolayı birbirlerinden bıkmış çiftlerden değildi. En yoğun zamanlarında bile işlerini bahane edip, Efser Abla’yı kırmazdı Tevfik Ağabey. İşlerin yoğun olmadığı zamanlar ya sinemaya ya da alışverişe giderlerdi. Böyle günlerde, haftalığımın haricinde harçlık vererek, “Hadi sen de git, gençsin, işin gücün, bekleyenin vardır,” deyip gönderirdi beni Tevfik Ağabey.
Ne işim gücüm vardı ne de bekleyenim. Efser Abla’yı günde on, on beş dakika görmek, bir bekleyenim olma düşüncesinden daha çok haz veriyordu bana. Sabah okula giderken, otobüste, derste bir an önce atölyeye dönmenin hayallerini kuruyordum.
Okuldaki arkadaşlarım marangozculuk tutkuma anlam veremiyordu. Yüzlerinde belli etmemeye çalıştıkları bir tiksintiyle ellerime bakıyorlardı. Ellerim günden güne yıpranıyordu. Tutkal ve diğer yapıştırıcıların izleri zor çıkıyordu ellerimden. Çoğu kez yara oluyordu. Her gün tinerle temizliyordum ellerimi.
Sonbaharın ortalarında, yaz gibi bir gündü, okuldan aceleyle döndüm atölyeye. Bir yandan Efser Abla’nın o güzel beyaz elleriyle hangi yemekleri yaptığını, hangi elbisesini giydiğini düşünüyor, bir yandan da haftaya yapacağım, 1950 sonrası Türk Amerikan ilişkileri konulu sunumu kafamda planlamaya çalışıyordum. Atölyeye vardığımda Tevfik Ağabey, bir sandalyenin iskeletini oluşturuyordu. Bakışlarından ve devinimlerinden beni beklediğini anladım. Efser Abla, soğuk algınlığı yüzünden ilçe merkezindeki devlet hastanesine gitmişti. Tevfik Ağabey, Efser Abla’yı gidip hastaneden almamı istiyordu. Ayrıca pazar alışverişi için mahalle pazarına gidecektik, ona yardım etmemi istiyordu. O sırada kanımın tüm vücudumdan çekildiğini hissettim. Beynimin içinde de bir şeyler zonkluyordu sanırım. Ustamın bendeki bu ani değişiklikleri fark edecek olmasından ödüm kopuyordu. Yol parası verdi, sıvışmadan önce atölyenin yazıhanesindeki kararmış aynada yüzüme baktım. Çünkü bilirdim ki, kararmış da olsa, aynalardaki bütün yüzler güzeldi. Hastanenin kapısına geldiğimde Efser Abla’nın kollarını açıp bana sarılmasını, beni bağrına basmasını, “Ben de seni çok seviyorum, hem de tahmin edemediğin kadar,” demesini bekliyordum. Sarılmak, birbirini seven iki insanın gerçekleştirdikleri en kutsal eylemdi benim için. Efser Abla, hastanenin bahçesinde, bir ağacın gölgesindeki banka oturmuş, yanındaki yaşlı kadınla konuşuyordu. İkisinin de elinde küçük naylon poşetlerden vardı. Devlet hastanelerine giden hastaların ortak özelliği, hepsinin elinde bu küçük naylon poşetlerden olmasıydı sanırım. Beni görünce gülümsedi Efser Abla, yanaklarımdan öptü. Yaşlı kadına veda ederek hastaneden ayrıldık.
Efser Abla kırmızı üzerine beyaz puantiyeli elbisesini giymişti o gün. Ona en çok yakışan elbiseyi. Ayağında kırmızı rugan pabuçları ve beyaz çoraplar... Bir süre konuşmadan yürüdük. Neden sonra doktorun ne dediğini sordum.
“Endişelenecek bir şey yokmuş. Küçük bir soğuk algınlığı. İlaç falan verdi işte.”
“Aman iyi bari.”
“Senin dersler nasıl?”
“İyi.”
“Atölyede çalışacağım diye derslerini ihmal etme sakın.”
Beni o marangozhaneye bağlayan bir neden olduğunu, bunun benim için handiyse bir varlık sebebi haline geldiğini söylemeyi çok isterdim.
“Yok canım, olur mu öyle şey! Dersler çok önemli. Hocalar da biraz zorluyor. Ödevler, sınavlar... Hem işi, hem okulu daha ne kadar götürebileceğim, bilmiyorum.”
“Okul okul. Okul daha önemli.”
“Tabii canım.”
Mahalleye dönmek için minibüse bindik. En arka koltukta yan yana oturuyorduk. Efser Abla cam kenarındaydı. Minibüs yolda sarsıldıkça çıplak kollarımız birbirine değiyordu. Efser Abla’nın elini tutabilmek arzusuyla yanıyordum. Bu arzu, tüm bedenimi öylesine sarmıştı ki, gerçekleştiremeyeceğimi bildiğim için kendimi bayılacak gibi hissediyordum. Ve o anda kendimden nefret ediyordum. En kötüsü de buydu. Çünkü böylece, yanlış bir şeyler yaptığımı kendime itiraf etmiş oluyordum. Bu, acımı katmerleştiriyordu.
“İyi misin?” diye sordu Efser Abla.
“İyiyim, iyiyim çok iyiyim,” diye mırıldandım.
“Hiç de iyi görünmüyorsun.”
Efser Abla senin elini tutmak, saçını koklamak, sana sarılmak, doya doya öpmek istiyorum, diyemezdim.
“Ödevler falan var ya, onlar geldi aklıma. Ne zaman yapacağım ben onları?”
Ester Abla gülümsedi.
“Sıkıştığın zamanlarda Tevfik Ağabey’inden izin al. Ödevlerin, sınavların olduğu zaman, gerekirse ben de söylerim.”
“Evet, olabilir aslında.”
Nasıl olduysa oldu, minibüsten inene kadar Efser Abla’ya dokunmamayı başardım. Kısa sürede pazar alışverişini yaptık. Ben atölyeye, Ester Abla eve döndü.
O gün okulu bahane ederek Tevfik Ağabey’den izin istedim. Bir daha da çalışmak için dönmedim atölyeye. Efser Abla, “Tabii canım, çocuk kendini niye harcasın buralarda,” demiş. Minibüsten indiğimiz anda kararımı vermiştim ben. Efser Abla’ya olan tutkum suçtu, ama son derece masum bir suç. Bu suçun bedelini de atölyeden ayrılarak ödemeliydim.
III
On yıl geçti aradan. Ben hâlâ Ümit’e anlatıp duruyorum bu hikâyeyi. O da sarhoşken dinleyebiliyor zaten. Ara sıra Tevfik Ağabey’in hatırını sormak için uğruyorum atölyeye. Talaşlı saçlarında beyazlar da var. On yıl içinde Efser Abla’yla üç çocukları oldu. İkisi kız, biri erkek. Ben mezun olduktan sonra diplomat miplomat olamadım. Bir bankada gişe memuru oldum, sonra istifa ettim. Belki bir gün başka bir marangozhanede çalışırım. Şimdilik Ümit’in uçurduğu taklacıları izliyorum.
Öykü

Öykü



Yorumlar

Yorum Gönder
Diğer Öykü Yazıları

Anlatmaya devam ediyordu. Gecenin başından beri konuşuyordu. Gözlerimizi açmış dinliyorduk. Dediğini ilginç kılan insanlardandı. O gelmeden önce canımız sıkılmıştı. Birileri aşk acılarından söz etti ama kimsenin aşk acısı ötekinin ilgisini çekmiyordu.

Ben bir tane daha alayım. Hepsini nasıl içti anlayamadan, bir tane daha. Sonra bir tane, bir tane daha. Hepsi birden içiyor, birbiriyle yarışır gibi. Herkesin elinde sigara. Önüme bakıyorum. Elimde telefonun kılıfı, yarım saattir çevirip duruyorum. Biraz daha dikkatli olmaya çalışıyorlar, pek rahat değiller.

Sizin hiç kendinizi çok komik bulduğunuz oluyor mu? Benim oluyor. Oluyor da bazı herkeslerden utanıyorum. Bazı da birdenbire gülmelere tutuluyorum. Bana komikliğimi yaşatan olayların birbiri peşinden geldiği de oluyor.

“Aaa… Camı boyuyor! Yasak değil mi?”
Karşı vagonda bir adam cama resim çiziyor. Boyaları çoktan dökülmüş, paslanmış, eski bir tren. Aralık perdelerden görünen vagonların içiyse rengârenk. Bizimkiler gibi bir örnek değil hiçbiri. Usta fırça darbeleriyle bir manzara şekilleniyor camda. Dağlar, bulutlar, bir ağaç, bir tane daha...

Mutlu sonlara bayılırım.
Gerçekten de bir son gerekliyse, mutlu olmasından yana oldum hep... Ne acılar içinde kıvranan bir kadına dayanabildi yüreğim ne de umutsuz bir erkeğin intiharıyla sonuçlanan bir romana.

Yeni yorum gönder