Günlerdir, aynı rüyanın pençesinden kurtarmaya çalışıyorum kendimi. Bilinçaltım gerçeğin üstüne yatıp binlerce yanılsamayla selamlıyor beni. Korkuyorum.
Rüya:
Pırıl pırıl bir yaz gününde sarı otlarla kaplı bahçemizde oturuyorsun. Güneş sanki tüm ışınlarını üzerine doğrultmuş; göz alıcı bir aydınlığın içinde duruyorsun. Sen öyle sessizce otururken ben çıkıyorum eski evimizin kapısından. Yaklaştıkça, aydınlıkta kaybolan bedenin yavaş yavaş gövdeleniyor önümde. Yanına gelip çömeliyorum. Bahçeye derin üç çukur açılmış. Yanı başımda duran gövden kımıltısız, başını eğmiş öylece duruyorsun. Çukurlara bakıyorum. Üstte kalan kupkuru toprak derine indikçe koyulaşıp nemleniyor. Gövdesinin yarısı toprağın dışında kalan solucan kımıl kımıl, üzerindeki çizgiler görünüp kayboluyor... Uzaktaki elma ağacından bezler sarkıyor; uzun, kıpkırmızı.
“Abla, daldan sarkan bezleri gördün mü?” diyorum.
“Evet,” diyorsun başını kaldırmadan, “senin için bağladım onları.” Rüya bu ya, şaşırsam da şaşırmış gibi değilim; sanki bir yanım biliyor bezleri bağlamanın sebebini ve hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, bir yanımsa onlardan gelecek umuda kapılmaya hazır. Ben seninle konuşurken parlak güneş yavaşça kayboluyor, soğuk bir rüzgâr esmeye başlıyor. Bir kaybolup bir görünen gövden iyi bildiğim bir öyküyü anlatır gibi.
Rüzgâr şiddetleniyor. Saçlarım filmlerdeki gibi uçuşuyor. Ağacın dalındaki bezler savruluyor. Sen şeffaf bedenini cansız bir kelebek gibi rüzgâra bırakarak çukura doğru kayıp gidiyorsun. Ben, kabullenmiş gözlerle arkandan bakarken göğsüme sürüyorum ellerimi; dümdüz. Sonra annem doğruluyor çukurların birinden ve solucanın oynaştığı yere doğru çekiyor beni. Kayboluyorum.
Gerçek:
“İyi ki gelmişiz, ne kadar güzel bir yer değil mi?” diyorum kırmızı bandananı düzeltirken.
Bu halinle küçük kız çocuklarına benzediğini düşünüyorum. Yorucu bir yolculuktan sonra bu güzel ağaçların arasına karışmak ikimizi de sevindiriyor. Uzun göknarların altlarına piknik masaları yerleştirmişler, etrafta gezinen iki kedi ve iri bir köpek var. Masalardan birine oturuyoruz, sararmış yüzün yorgun görünüyor. Öteki masalar da dolu; çoğunda çocuklu aileler var. İlerideki ağacın altında oturan kadın köpekten korkup hafifçe yana çekiliyor. Yeni yürümeye başlamış bir bebek parmak uçlarında koşuyor. Babası hemen arkasında.
Göknarların arasından yumuşacık su şırıltısı duyuluyor. Sen bayılırsın böyle incecik akan berrak sulara, “Duydun mu, ileride küçük bir dere var,” diyorum. Oturduğun yerden kalkıp oraya yöneliyorsun. Ağaçların arasına hamaklar gerilmiş, bahçenin ortasında küçük bir havuz var.
Uzun bir hastalık ve tedavi döneminden sonra seni buralara getirmekle iyi ettiğimi düşünüyorum. Aylardır üzerimize gelen meraklı ve acıyan bakışlardan sonra buna ikimizin de ihtiyacı vardı. Evet, seninle ben, aynı kadere mahkûm iki zavallıydık onların gözünde. Hastaneye ziyarete gelenler yanındayken, “Artık her şeyin çözümü var. Hiç korkma,” diyor, odadan çıkınca, her adımda biraz daha uzayan koridorda koluma girerek, “Sen de kendine baktırsan iyi olur, önce annen, şimdi de ablan. Bu işler ihmal etmeye gelmez,” diye devam ediyorlardı. İkimiz de silkeleyip atmak istiyorduk hepsini üstümüzden. Hele Hayriye Abla’nın hastaneden çıkar çıkmaz haberi dört bir yana yaydığını duyduğumuzda nasıl şaşırmıştık.
Annem öldüğünde aynı illetin yavaş yavaş bize yaklaştığını ikimiz de bilememiştik. Hastalığını öğrendiğinde, “Eee sırayla bu işler,” demiştin.
Masanın üzerindeki mönüyü inceleyen gözlerim sana dönüyor. Derenin kenarına oturmuşsun, tıpkı rüyamdaki gibi parlak bir ışığın ortasındasın. Bunca ağacın arasında güneşin sızdığı tek noktayı bulmuşsun yine. Yan durmuşsun, başında oğlunun aldığı bandana, elindeki küçük taş parçalarını dereye atıyorsun. Çocukken kavga ettiğimizde sana savurduğum tekmeler geliyor aklıma, senin her şeye karşı dimdik duruşun, ne olursa olsun verdiğin kararlardaki ısrarın. Tedavi bittiğinde saçları yeniden çıkacak demişti doktor, şimdi yavaş yavaş çıkıyor.
Başımı çeviriyorum. Derenin kenarından dik bir yokuş başlıyor. Burası dünyanın en güzel yeri olmalı. Ağaçların hepsinde bir kuş evi var. Sanki her şey senin için hazırlanmış. Oturduğum yerden kalkıp yanına geliyorum.
“Güzel yermiş,” diyorsun isteksizce.
“Annemlerle de gelmiştik ya. O zamanlar bu bahçeler yapılmamıştı. Hatırlasana göl kıyısında yemek yiyip dönmüştük,” diyorum yanına çömelirken.
“Annem sapsarıydı.”
“Aaa keyfimizi kaçırma,” diyorum omuz atarak ve ekliyorum, “Hadi bakalım, ne yiyeceksen karar ver.”
Kalkıyoruz. Sen ilerideki havuza yaklaşıp içine bakıyorsun, ben de yanına geliyorum. Balıklar kuyruklarını sallayarak hızlı hızlı yüzüyor.
Elimi havuza doğru uzatarak:
“Buyurun hanımefendi canlı canlı alabalık, seçin beğenin, on dakika içinde pişip önünüze gelsin,” diyorum.
Sen havuzun kenarına yaslanıyorsun. İkimiz de eğilmiş balıklara bakarken genç bir garson yeleğinin ucunu çekiştirerek elinde kepçeyle geliyor. Hemen arkasında duran beyaz gömlekli adam, havuza iyice yanaşarak balıkları gösteriyor. Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken balıklar bir uçtan diğer uca gidip gelmeye devam ediyor. Garson çevik bir hareketle havuzun kenarına zıplayıp kepçeyi suya daldırıyor. Yanımızda duran beyaz gömlekli müşterinin parmağı boşlukta sağa sola gidip geliyor. Heyecanla, “İşte şu... şu olsun,” diyor. Seçtiği balığın hangisi olduğunu kendi bile bilmiyor, hayvanlar o kadar hızlı kaçışıyor ki! Garson, balıkları yan tarafa ayrılmış küçük bölmeye sokmaya çalışıyor. Bu arada yüzünde beliren gülümseme bana iyi bir karar verdiğimi düşündürüyor. Kepçenin suyun içindeki savaşı dakikalarca sürüyor. Garson aşağı atladığında, adam istediği balıkları poşetlere doldurulmuş olarak elinde tutuyor. Senin başın hâlâ havuza çevrili, yanımıza gelen garsona:
“Bakın o ne kadar akıllı, saklanıyor,” diyorsun, kenarda duran balığı göstererek. Garson önce havuza bakıyor, sonra şaşırarak:
“Ne akıllısı abla, o ölmek üzere,” diyor.
İkimizde havuzun kenarına saklanmış, kuyruğunu diğerlerinden daha yavaş sallayan, gözleri boncuk kadar irileşerek dışarı fırlamış balığa bakıyoruz. O anda etrafımız hasta balık ve yaralarımızla çevriliyor. Ben hemen toparlanıp garsonun kolunu tutarak:
“Bize iki balık, sakın tereyağı kullanmayın!” diyorum.
Sen ellerini havuza yaslamış, bir kenarda kuyruğunu sallayarak olduğu yerde duran balığa bakıyorsun.
Hiç konuşmadan masaya geçiyoruz. On dakika sonra balıklar geliyor. İkimiz de hiçbir şey olmamış gibi yemeğimizi yiyoruz. Ben havadan sudan, işyerindeki kızlardan bahsediyorum. Alabildiğine küfür ediyorum herkese, sen başını kaldırmadan yemeğini yiyorsun. Ilık bir rüzgâr ağaçların, masaların arasında esiyor. Sonra gömleğinden içeri giriyor. İkimiz de rüzgârın eksiğinde gezdiğini biliyoruz. Yorgun gözlerin gölgeli, rüzgâr sol memenin boşluğunu ortaya çıkarıyor. Tıpkı rüyalarımdaki gibi dipsiz kuyuya ilk düşen sensin, şehre döndüğümüzde yeni bir boşluk daha açılacak göğsünde.
İkimiz öylece otururken, ani bir hareketle yerinden kalkıp havuzun yanına gidiyorsun. Ben şaşkın gözlerle olanları seyrederken, havuzun kenarına oturup ayaklarını suya daldırıyorsun. Etraftan yaptığına anlam veremeyen üç beş insan ve garsonlar havuza doğru bakıyor. Ben elimde çatal öylece dururken avuçlarının arasına sakladığın hasta balığı toprağın üzerine fırlatıp hızla bahçeden çıkıyorsun.
Yeni yorum gönder