Eleştiri Arşivi

Eleştiri // En çok okunanlar
//php print_r ($fields); ?>
Kısa hayatına sığdırdığı ciltler dolusu şiir, roman ve deneme yazısı ama daha önemlisi yaşadığı dönem Fransız edebiyatına damgasını vuran René Crevel’in Babil romanı nihayet Türkçeleştirildi. Milli Kütüphane kayıtlarında ve kişisel hafızamda René Crevel’e ait Türkçe yayımlanmış hiçbir kitap kaydı yok. Bu sıradışı yazarla yüzyıllık bir gecikmeyle de olsa buluşmak sevindirici.

//php print_r ($fields); ?>
Bize öğrettiği onca şey için Ursula K. Le Guin’e ne kadar müteşekkir olsak az. Uzun teşekkür listemizdeki maddelerden biri de, biraz fantastiğin yardımı ile başka türlü ifade edildiğinde o kadar da etkili olmayacak meselelerin tesir gücünün birden bire yükselmesi olmalı. Mitler, masallar, arketipler ve metaforlar, devasa edebiyat çınarına su taşımaya devam ediyor.

//php print_r ($fields); ?>
Pencerenin dışında sonbahar rüzgârı hüznünü fısıldıyor. Moskova’da yağmur, kirli camların üzerinden şerit şerit akıyor. Paravandan odanın içerisinde gölgeler oynaşıyor. Yoldaş, sade vatandaş Maksudov kabullenilmiş bir isyan içerisinde; masanın üzerindeki eski püskü, yoksulluğunu aydınlatan tozlu lambanın altında romanını yazıyor: ucuz bir mürekkep hokkası, birkaç kitap ve gazete...

//php print_r ($fields); ?>
Kuşlar Yasına Gider’in anlatıcısı bir oğul. Tüm çocuklar gibi babasının hikayelerini merak eden, ellili yaşlarında bir oğul. Hepimiz gibi bir baba hikayeleri toplayıcısı esasında o da. Babayla, baba otoritesiyle “meselesi” olan roman kahramanlarından birisi değil ama. Sakin, beklemeyi iyi bilen bir hikaye toplayıcısı.

//php print_r ($fields); ?>
Nergis ile okurların karşısına ilk kez çıkan Turgut Ulucan, sisle örtülü bir köyde kayboluşun ve huzursuzluğun öyküsünü anlatıyor, bu köyde işlenen bir cinayetin peşinden gidiyor. Doğanın kendi varlığını amansızca hissettirdiği bu ücra yerde, kendilerine dayatılan erdemlerin esiri olmuş insanların ümitsiz çabalarına tanık oluyor, kötücüllüğün hüküm sürdüğü bir zamana gidiyoruz.

//php print_r ($fields); ?>
Sarah Quigley’nin Orkestra Şefi isimli romanına geçmeden, sanırım öncelikle Leningrad Kuşatması’na giden yolda zamanı geriye alıp tarihte ufak bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor. 1920’lerin ortalarındayız; Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış, Versay Antlaşması’nın zincirleri altında kanlar içinde yatan Almanya’nın sokaklarına açlık, hayal kırıklığı, nefret ve kaos hâkim...

//php print_r ($fields); ?>
Tarihsel ya da biyografik zemine sahip bir roman, ilgilendiği özel konuya dair bilgi dağarcığımızı biraz olsun geliştirir. Romanın ele aldığı o belirli döneme ya da kişiye duyduğumuz merak da, pekala bizi o romanı okumaya iten nedenlerden biri olabilir.

//php print_r ($fields); ?>
Başka yerde nefes aldı hep

//php print_r ($fields); ?>
Kjersti Skomsvold’un, 33 romanındaki K. isimli anlatıcı, yalnızlığın insanı öldürdüğünü söylüyor: “Çocuğa radyoda duyduklarımı, bir insanın bedenine hiç dokunulmazsa onun öldüğünü anlatıyorum, bu bir tokat gibi.” Skomsvold’un daha önce Türkçedeki diğer kitabı Hızlandıkça Azalıyorum’un yolu da, tıpkı 33 gibi, “yalnızlık” kavşağında kesişiyordu.

//php print_r ($fields); ?>
Gaz lambasıyla aydınlanan yayla karanlıklarının kuşkusuz en heyecanlı tarafı, büyüklerimizden dinlediğimiz masallardı. Dağın iki yamacında birbirinden habersiz yaşayan akraba halklar olarak Hopa Hemşin’in “momi” dediği büyük ninelerin anlattığı hikayelerle büyüdük. Mahir Özkan’la aynı kuşağa mensubuz, ikimiz de Hemşinliyiz ve ikimiz de bu hikayelerle büyüdük.
