Eleştiri Arşivi

Eleştiri // En çok okunanlar
//php print_r ($fields); ?>
Birisine bir hikaye anlattığınızı ve sonra sizi dinleyen kişinin hikayenizi çaldığını düşünün. Yalnızca karakterlerinizi, verdiğiniz ayrıntıları, gözünün önünde canlandırmak için uğraştığınız renkleri yürütmekle kalmıyor, bir de hikayenizden yola çıkarak yazdığı romanla edebiyat tarihine geçiyor.

//php print_r ($fields); ?>
Edebiyatın köpekbalıklarıyla buluştuğu noktada, kuşkusuz akla gelen ilk eserlerden biri Peter Benchley’in Jaws: Denizin Dişleri adlı romanı.

//php print_r ($fields); ?>
Çocukken, sözlerini anlamadan dinlediğiniz o aşk şarkısını düşünün. Müziği güzel, ezgisi güzel, düşününce götürdüğü yerler güzel. Henüz bilmediğiniz bir dilde yazılmış müziğiyle hayran bırakan bir şarkı. Asıl sorun, dili öğrendikten sonrası. Bunun aslında bir aşk şarkısı değil, yaralardan notalanmış kalp çarpıntılarının ağır aksak ritmi olduğunu öğrenmeye ne zaman hazır olur bu çocuk?

//php print_r ($fields); ?>
İlk kez 1954’de yayımlanan Küçümseme, Alberto Moravia’nın, 20. yüzyılın ortalarında Avrupa’da değişmeye başlayan sosyal ve kültürel değerleri, bir evlilik üzerinden okumaya, yorumlamaya çalıştığı analitik bir metin.

//php print_r ($fields); ?>
Avustralyalı müzisyen/şarkıcı Nick Cave, hayatının beyazperdeye yansıtıldığı Dünyada 20.000 Gün filminde psikanalistinin, “Hayatta en büyük korkunuz nedir?” sorusuna, “Belleğimi yitirmek,” diye cevap veriyordu. Alman yazar W. G. Sebald’ın edebiyatını da tek bir sözcükle tanımlamak gerekse, bu sözcük “bellek” olabilir. Ya da belki, daha kapsayıcı olması bakımından “hafıza”...

//php print_r ($fields); ?>
Gölgesi, insanı bir ömür takip eder, hiç bırakmaz peşini. Gün ışığı çekilince kurtuldum sanır ondan. Ama ne ki her yeni gün doğumuyla birlikte peşindedir yine. Kimileyin hemen yanı başında, kimileyin arkasında, kimileyinse önü sıra uzayıp gider. Varlığını mütemadiyen hissettirir. Derken kendi gölgesine yabancılaşır insan. Çünkü gün gelir, başka gölgeler düşer kendi gölgesinin üzerine.

//php print_r ($fields); ?>
Yazarların, okuyup sevdiğimiz yazarların yani, hani yere göğe sığdıramadıklarımızın, başımızın tacı olanların “iyi” insanlar olmaları şart mı? O kitapları yazan adamlar ya da kadınlar asla “öyle” şeyler yapmazlar, değil mi? Tanısak çok severiz çünkü, eminiz buna, o kitapları yazan nasıl “öyle” biri olabilir ki?

//php print_r ($fields); ?>
İstisna ve Kayboluyorsun romanlarıyla tanıdığımız Christian Jungersen, kariyerinin ilk romanı Çalılık’ta, yaşlı bir adamın inançlarına ve hayatında yaptığı seçimlere dair nefes kesici bir hikaye anlatıyor... Çalılık, iki erkek –Paul ve Eduard– arasında yaklaşık 70 yıl boyunca süren karmaşık ama yoğun bir ilişki etrafında kurgulanmış.

//php print_r ($fields); ?>
Öfkeyle büyüyen çocuklar büyüdükçe kendilerini hep bir taraflarından çürütmeyi öğrenirler. Siz büyürken biri sizi tam manasıyla koşulsuz şartsız sevmediyse, sizin büyürken önce kendinizi sonra birini sevmeniz git gide zorlaşır. Sevmeyen sevilmeyen insan bayağılaşır, çürür.

//php print_r ($fields); ?>
Arnon Grunberg'in Tirza’sını okuduğumda genç ve yetenekli bir yazar keşfetmenin heyecanını duymuştum. Mahrem hayatın ayrıntılarında pervasızca dolaşan sakınmasız ve keskin diliyle “rahatsız edici”ydi Grunberg.
