Eleştiri Arşivi

Eleştiri // En çok okunanlar
//php print_r ($fields); ?>
Saf ve Düşünceli Romancı’da Orhan Pamuk, “ister hikayesi ve hareketi çok olsun, ister manzara resmi gibi hiç hikayesi olmasın romanı temel olarak hikayeyi takip etme alışkanlığıyla” okuduğumuzu söyler. Ömür İklim Demir’in yazdıkları da bu akış içinde takip ederken beğendiğimiz cümlelerin altını çizmek için bile duraklayamadığımız hikayelerden.

//php print_r ($fields); ?>
Meksikalılar tarafından yönetilen Kaliforniya, Meksika ve Amerika Birleşik Devletleri arasında yaşanan savaştan epey değil tamamen yorgun çıkmıştı. Her savaş gibi bu da pek çok şeyi değiştirmişti ama en önemli etkiyi bölgenin tarihi ve yöre insanlarının talihi üzerinde yapacaktı.

//php print_r ($fields); ?>
19. yüzyıl İngilteresi'ndeyiz, puslar içinde. Sokak lambalarının pis kaldırımları, o kaldırımlar üstünde gezinen fahişeleri, hırsızları, katilleri, dilencileri, türlü tuhaf niyetlerle paltolarının yakalarını burunlarına kadar çekmiş tebdil-i kıyafet gezinen soyluları, yarım yamalak aydınlattığı bir sahnede akıyor hayat.

//php print_r ($fields); ?>
Emel Koç’un “Behice – ‘Bir devrimci... Bir kadın... Bir anne...”’ kitabını okurken, olmaz ya, bir insanı bir tek sözcükle tanımlamak nasıl olur, olabilir mi, böyle bir tanımlama yapılması durumunda yanlış payı ne olur gibi şeyler düşündüm. Emel Koç da sanırım aynı düşüncelerle Behice başlığının altına, üç sıfat eklemiş. Tümü doğru.

//php print_r ($fields); ?>
Bana kalırsa Türk edebiyatında, özellikle genç yazarlarda görülen en büyük hatalardan biri de yeni bir tür yaratma hevesidir. Editörlük yaptığım ya da yazarlık kurslarında ders verdiğim yıllarda en sık karşılaştığım şeylerden biri şuydu: gelen dosyaların çoğu bildiğimiz herhangi bir türe girmez; masal değildir, öykü değildir, şiir değildir.

//php print_r ($fields); ?>
Edebiyatın ortaya çıkışından bu yana hep gündemde kalan konulardan birisi baba-oğul ilişkisidir. Bu konuda Sophokles’in Kral Oidipus’undan başlayıp, Shakespeare’in Hamlet’i ile devam edip, Dostoyevski, Turgenyev, Charles Dickens uğraklarından Kafka’ya çıkar.

//php print_r ($fields); ?>
Edebiyatımız üzerine açılan hemen her konuşmada söz alan şairse ilk elden şiirimizin kadim tarihinin altını çizer. Elbette şiir köklü geçmişine karşın geriye itildiği için bu tespiti her fırsatta ortaya dökmekte haklılık payı var.

//php print_r ($fields); ?>
Ey otobiyografik benlik, romanların içine sızıp kontrolü ele geçiren sinsi varlık formu, kendinden nefret eden narsist, mutsuz dilli organizma, beni rahatsız ediyorsun. Romanın –ki roman tanımını da bir gün seninle tartışmak isterim- kapağını cümle ortasında kapattığımda bile sesin kesilmiyor. Monoloğun başa sarıyor, benim monoloğum oluyor. Nasıl beceriyorsun bunu?

//php print_r ($fields); ?>
“Benim maceram insanın gizemine varmak içindi,” diyordu Yaşar Kemal, Alain Bosquet ile yaptığı ve kendini anlattığı yazışmalarında, ancak şunu da ekliyordu: “İçimde biraz da gerçeği arama çabası var.” Gerçeklik ve düşsellik ikilemi, hem Doğu’da hem Batı’da, hem geçmişte hem de günümüzde edebiyatın başa çıkmaya çalıştığı en temel meselelerden biri oldu.

//php print_r ($fields); ?>
Edebiyat ciddi bir iş midir yoksa eğlenceli mi olması gerekir? Okurken gülümseten, güldüren, hatta kahkaha attıran metinlerin edebi niteliği bir tartışma meselesidir. Kitap, ölümle ya da varoluş sorunlarıyla ilgili olsa da, mizahın karanlık tarafı bu ciddi meselelerin altından kalkabilir mi?

















