Bakın, bir okumuşun bir yerlere bağlı olması ne kötü bir şeydir... Hele bu yer “ikna” edilmesi olanaksız bir yerse vallahi onu fikrinden zerre caydırmak mümkün değildir. Söyleyeceği şey bellidir. Sizi dinler, dinler, dinler... Sonunda, olsun, yine de böyle, diyerek sırıtır. Peki ne olmuştur şimdi? Bu şu anlama gelir: Kardeşim benim tuttuğum takım belli, hep destek tam destek... (Fenerli kardeşlerimiz alınmasın; şahsen vazgeçemeyeceğim tek düşünce Fenerbahçedir, bunu belirteyim).
Bu bizde ne yazık ki öteden beri böyle. Bir aydının taraf tutması doğru değil. Çünkü taraf tutmak başka, bir görüşü savunmak başkadır. Aydın, savunduğu görüşü yeri geldiğinde eleştirebilir de. O görüşe, onun savunulduğu siyasi ortama bağlandığı zaman, bu eleştiriyi nasıl yapacak? Böylece elde ettiği bilimsel doğruları nasıl ortaya koyacak? Tabii aydınla okumuşu da ayırmak taraftarıyım ben. Bizde özellikle günlük basında boy gösterenlerin çoğunluğu okumuştur. Dolayısıyla taraf tutarlar. Bu da kötüdür. Okumuşun taraf tutması onun asla aydın olamayacağını gösterir mi? Gösterebilir.
Bu okumuşlar az bilir ama kesin konuşurlar: Bu böyledir. Burada şu olay olmuştur. Bu şunu yanlış yapmıştır. Bu bunu doğru yapmıştır.
KESİN TARAF’LAR DÖNEMİ
Bugün bu tür okumuşların ayyuka çıktığını görüyoruz: Televizyonda edebiyatçılar evet-hayır’ı tartışıyor. Ataol Behramoğlu Muhsin Kızılkaya’ya soruyor: Hanefi Avcı’yı okudun mu? Kızılkaya elini sallıyor: Okumam... O da, okumazsan okuma, diye elini sallıyor. Bu, sözün bittiği anlamına mı geliyor yani şimdi? Okumam kardeşim, ne yazmışsa yazmış, ben artık kimseyi iplemem... Vay ki vay...
Yine bir televizyon programında meşhur lisan münevverlerinden Kelimebaz Efendi’yi izlemiştim. Bu Kelimebaz Efendi, bok meselesinden sonra “battı balık yan gider” hesabı mı yaptı nedir, daha bir Karagöz oldu. Fakat Hacivat’lığı da bırakmadı. Zira bana kalırsa yine de Hacivat daha Osmanlı’dır, bırakılmaz.
Neyse, programda Murat Bardakçı, Fatih Altaylı, Yusuf Halaçoğlu gibi muhteremler de var. Kelimebaz Efendi esasta lisancı olduğu için, tarih meselelerinin de yine lisan yoluyla halledilebileceğini düşündüğünden midir nedir, Ermeni meselesi konusunda kelam etmeye çıkmış. Fakat olmuyor... Şurda şu olay oldu... Nerede okudun? Öyle duydum… Ayrıca burada bu iş gerçekleşti. Kaynak? Herhalde şurada olacak, tam emin değilim… Neticede insan tartıştığı kişileri kendine güldürür mü?
HERKES SALLIYOR
Fakat bu eğilimin ben gittikçe yayıldığını düşünüyorum. Okumuyoruz efendim. Birinden duyduğumuzu başka birine bir yerlerde okumuş da öğrenmişiz gibi hop diye anlatabiliyoruz. Oysa bu ülkenin bir birikimi var. Bizim gerçek aydınımızın bir geçmişi, bir eseri var. Bir bilimsel miras var. Ama işte “bağlanma” böyledir. Bağlandığınız “yer” Evrim Teorisi’ni reddedeceksin, dedi mi bitti... Bağlandığınız yer, aydınlanmayı, modernizmi reddedeceksin, dedi mi bitti. Niye? Öyle gerekiyor. Nerede gördün? Herhalde şurada olacak.
Şimdi işin daha vahimi şu: Bu Kelimebaz Efendi, geçenlerde Taraf’taki yazılarını yayınladı. Kelimebaz-2 adıyla. Ben de alıp lisan meseleleri konusunda biraz ufkumu genişleteyim, dedim. Güzel güzel okuyorum. Okudukça dünyada Türkçe diye bir dilin olmadığını da öğrenmiş oluyorum. Bu da iyi. Bilginin fazlası zarar değildir.
“Gençler pek cahil mîrim” nam yazısına şöyle başlıyor Efendi:
“Gençler bugün sadece 200 kelime ile konuşur oldu,” demiş Fatih’in soytarısı, al sana bir osuruktan tayyare daha...
Yazının dipnotunda diyor ki, Fatih’in soytarısının kim olduğu hakkında tahminler yağmış. Halbuki o cümleyi (tabii ki “cümle” olmuyor, o kadar yaygın bir kullanım ise “dolaylama” deniyor buna) Google’lasalar öğreneceklermiş. Her neyse, bu söz ettiği kişilerle televizyonda tartıştıktan sonra mı, yoksa önce mi yazılıyor bu yazı, bilmem.
CİDDİYE ALMAM BİLİMCİYİ
Yine de burada bir kuyruk acısı görülmüyor değil. Kelimebaz Efendi’nin yazıları bana kalırsa gerçekten eşsiz bilgilerle dolu. Ama aynı zamanda yazarının tutumu, ruh hali vs konularında da incelenmeye değer. Bu da lisan meseleleriyle, edebiyatla “filan” ilgilenen kişiler için bir haktır. Çünkü ruh hali, lisanla gizlenen, kapatılmaya çalışılan kusurları hemen ele verir ve düşüncelerin çözümlenmesine de olanak sağlar.
Misal:
Efendi bir yazısında “haydan gelen huya gider” lafımızı inceliyor. Bu lafın kökeni nedir kardeşim, ne anlama geliyor? Güzel bir çaba.
Diyor ki:
Haydan gelen huya gider deyiminin aslını faslını bilmiyorum, nokta.
Eyvallah. Normalde yazının burada bitmesi lazım, değil mi? Bitmiyor. Efendi’nin bu konuda söz söylemesi, savunduğu, bulunduğu “yer”i haykırması gerekmektedir. Hemen bu konuda bir “osuruktan tayyare” de onun üfürmesi gerekmektedir. Neymiş: Ermenice’de “Hay” Ermeni, “Huyn” da Rum demekmiş... Anladınız mı? Böylece Ermeni’den kazanılan paranın Rum’un meyhanesinde ezilmesi anlamına geliyormuş “haydan gelen huya gider”. Olabilir. Benim buna şahsen hiçbir itirazım yok. Eski İstanbul hayatıdır, böyle ne güzel laflarımız var.
Fakat ertesi gün Efendi pek çok e-posta almış... Dinibütün kardeşlerimiz uyarmışlar Efendi’yi: Hayy ve Hû… İkisi de Allah demektir, diye: Allah’tan gelen Allah’a gider... Hatta kimisi Abdülbaki Gölpınarlı hocamızı kaynak göstermiş.
Kelimebaz buna itiraz ediyor: Deyimin anlamına bakılırsa, bir olumsuzluk var. Allah’a bu olumsuzluğu yakıştırır mı halkımız?
Yakıştırır. Allah’lık, İşi Allah’a kalmak... Nice deyim var. Böylesi niye olmasın?
Abdülbaki hocaya gelince. Aman canım, kim takar onu...
Ona rağmen, diyor Efendi, ikna olmadım.
Ey Kelimebaz, kim ikna edebilir ki seni?
Yeni yorum gönder