Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

			

Kulis


Kulis

ŞAİR-İ AZAM



Gayet iyi
Toplam oy: 897

 

Can Yayınları’nın büyük boy “best-seller” dizisini görmüşsünüzdür sayın okurlar. Hemen söyleyeyim: Piyasada bunca “büyük” kitap varken koskoca Can Yayınları bu işe neden gerek duydu anlamadım. Şart mıydı yani? Neyse, neticede bu bizi pek ilgilendirmez, biz yayınlanacak kitaplara bakarız. Ve işte bu hafta bu kitaplardan birini konu ediniyoruz. Kitabımızın adı “Lüsyen”. Yazarı da ekranların müthiş siması, gençlerin sevgilisi, hüzün dolu sesiyle başka bir Can: Can Dündar…

 

HER ŞAİR, ŞAİR-İ AZAM’DIR BİZDE

 

Lüsyen, Osmanlı’nın son dönemlerinde ünü “ayyuka” çıkmış Abdülhak Hâmid’in yaşamını anlatan bir kitap. Gerçi bizde her şair “şair-i azam”dır ama bu başka bir mesele. Kitaba adını veren Lüsyen, şairin büyük aşkı Maria Lucienne Sacre… “Lüsyen”, şairin, karısının adını yazış ve söyleyiş biçimi. (O dönemde yabancı isimler çoğunlukla telaffuz edildiği gibi yazılıyordu sevgili okurlar). Kitap, 1912’de, 60’lı yaşlarında bulunan Hâmid’le o sırada 18’lik bir içim su olan Lüsyen’in Brüksel’de bir davette tanışmaları ile başlıyor. İki duygusal insan hemen kaynaşıp birbirlerine ilgi duyuyorlar. İçkiler içiliyor, uzun uzun bakışılıyor. Fevkalâde karizmatik bir kişi olan Şair-i Azam, ettiği incelikli laflarla karşısındaki kızı büyülüyor. Zira, kitabımızın yazarı Can Dündar’ın acayip hüzünlü ifadesiyle söylersek, “aşk adeta randevulaştı onlarla” efendim. Büyük şair hemen bir dizesini aktarıyor: Şems olmasa güller de olur bunda siyeh-ten… (Can Yayınları’nın dipnotuna göre bu dize şu anlama geliyormuş sevgili okurlarım: Güneş olmasa güller de olur burada siyah tenli… Şimdi gel de söyleme; “bunda”, “burada” mı demektir Allah aşkına?) Böylece bu büyük aşka şiir kapısından giriliyor.

 

İNANILMAZ BİR KİŞİLİK

 

Bizim Osmanlı’ya ve özellikle Osmanlı’nın son dönemine dair bilgilerimiz pek sınırlı sayın okurlar. Yani bu dönemin tarihi, olayları, kişileri pek hakkıyla öğretilmiyor okullarımızda. Hatırlıyorum, lise yıllarında edebiyat kitaplarımızı açtığımız zaman içimizi bir sıkıntı basardı. Neydi o karanlık, ciddi fotoğraflar, yüzü gülmeyen acayip acayip şairler, yazarlar. Bunları gördükçe edebiyatın son derece sıkıcı bir şey olduğunu düşünür, ders zilinin bir an önce çalması için dualar ederdik. Al sana Vatan Yahut Silistre… Nedir bu Silistre kardeşim? Al sana Makber… İnanın, Ahmet Rasim’i ders kitabında kaşları çatık gördükçe korkar, Allahım sen yardım et, diye çaresiz kalakalırdık.

Sonradan, önce çağdaş edebiyatımıza, ardından eskilere merak saldık da neyse ki gerçekten eşsiz bir edebiyat tarihimiz olduğunu el yordamıyla da olsa öğrendik. Meğer ne güzellikler, ne ilginç kişilikler saklıymış o kitaplarda… Mesela, Ahmet Rasim’in masasına oturup da hem bir şeyler içer, hem de iki çift laf ederiz dediniz mi yandığınızın resmidir. Çünkü üstat çok iyi içer ve sohbetinin tadına da doyum olmazmış. Bu nedenle, rakının yordamını bilmeyen, içkiye dayanıklı olmayanlar bir süre sonra iptal oluyorlarmış.

İşte Şair-i Azam da bu renkli kişiliklerden biri.

Ben Hâmid’in şiirine hiçbir zaman ilgi duymadım, açıkça “kötü” bir şair olduğunu biliyordum. Şair-i Azam’lığını da nüfuzuna vererek hoş görüyordum. Çünkü bir şairin böyle bir sıfatı kabul etmesi beni bozar sayın okurlar. O nedenle şairimizin hayatına da pek merak salmamıştım. Hüzünlü Can Dündar sayesinde Hâmid ustamızın hayatı hakkında pek çok şey öğrendim.

Lüsyen ve Hâmid işi gücü bırakıp birbirlerinin kollarına atılıyorlar. Hemen evlenerek İstanbul’a geliyor, şairin kankası Abdülmecid Efendi’nin pek çok yardımlarıyla Pera’da yerleşerek İstanbul bohemlerinin gözdesi oluyorlar. Hoş Hâmid zaten ününün doruğunda… Elçiliği falan bırakıp İstanbul’a dönmesi muharrirlerimiz arasında coşkuyla karşılanıyor. Millet Hâmid’in misafiri olacağım diye birbirini paralıyor.

Neyse, çok geçmeden ortalık karışıp savaş çıkınca sevgililer, “neme lazım” diyerek tüyüyor ve bir ara soluğu yurt dışında alıyorlar. Zorlu savaş yılları başlıyor sevgili okurlar. Bu sırada çekilen zorluk ve yoksulluğa yürek mi dayanır? Hâmid viskiyi karneyle içiyor efendim… Üstelik gece yarılarına dek kaldığı meyhanelerde genç kızları görmüyor mu; bir hüzün, bir umutsuzluk ki sormayın… Bu sırada karısına bir öneride bulunuyor. Yahu ben yaşlandım, gel sana genç bir koca bulalım, ne dersin, diyor. Ve kız İtalyan zengini Mişel’le evlendiriliyor. Hatta gerdek gecesi Hâmid yeni evlilerin hemen bitişiğinde kalıyor. (Bir rivayete göre aynı odada ama bu kitapta burası belirsiz, herhalde Hüzünlü Can Dündar’ın bir bildiği vardır).

Savaş bittiğinde Hâmid İtalya’da bulunan eski karısı Lüsyen’i İstanbul’a getirtmek istiyor. Kız tabii kocasıyla gelecek. Ama kocaya da iş lazım değil mi? Şair-i Azam, o sırada Lozan’da anlaşma için yabancı devlet temsilcileriyle boğuşan İsmet Paşa’ya bir mektup yazıyor. Diyor ki, birader, sayın hazret, benim Lüsyen pek mutsuz. Sen hazır Lozan’dasın. İtalyanlar da oradadır herhalde, şunlara bir ricada bulun da bizimkinin kocasına İstanbul sefirliklerinde bir iş ayarlasınlar. Hadi gözüm. İsmet Paşa’nın mektubu dikkate almayarak büyük şairimize saygısızlık ettiğini anlıyoruz. Neyse ki kız sonunda tası tarağı toplayıp geliyor.

Bundan sonra birbirlerinden ayrılmayacak, şairin ölümüne kadar mutlu bir hayat süreceklerdir.

Genel olarak devletimiz büyük şairimize gereken hassasiyeti göstermiştir sayın okurlar. Zor günlerinde Osmanlı ona sarayda bir oda vermiş, Abdülmecid Efendi onun resmini yapmış. Cumhuriyet de kendisini mebus yapmıştır. Daha ne olsun.

 

MUSTAFA KEMAL’Lİ BİR ANI

 

Hüzünlü Can Dündar’a bu güzel çalışması için teşekkür ederken (bol bol aşk romanı okuyarak kalemini güçlendirmesini tavsiye ediyorum buradan) kitaptan ilgi çekici bir başka anekdotla bitirmek istiyorum sevgili okurlar:

Bir davette Hâmid’le Mustafa Kemal karşılaşırlar. Mustafa Kemal, “Beyefendi…” diye söze başlayacak olunca Hâmid paşanın sözünü keserek, “bana beyefendi demeyiniz,” der. “Ya ne diyeyim?” diye sorar Mustafa Kemal. Cevap: “Adam deyiniz.” Mustafa Kemal bunu kaçırır mı: “Adam diyemediğim için beyefendi diyorum ya…”

Ama doğru, ama yanlış. Hüzünlü Can Dündar’ın yalancısıyız.



Bu kitabı idefix'ten satın alın

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Kulis Yazıları

 

 

 

 

Yeni romanınız Empedokles’in Dostları, Novalis’in “Romanlar Tarih’in kusurlarından doğar” sözüyle açıldığına göre, size tarihin hangi kısmı kusurlu geldi ve bu yeni romanınız ortaya çıktı?

 

 

 

 

 

Füruzan Yolyapan Hanım’la 9 yıl önce tanıştınız. Bir sohbetten kitaba giden yolculuğu dinlemek isteriz.

 

 

 

 

 

İlk eseriniz Muhtelif Evhamlar Kitabı’ndaki öykülerin tadı damağımızda kalmıştı ve siz, araya beş yıl gibi uzun bir süre koydunuz. Şimdi Kum Tefrikaları çıkageldi. Geçen sürecin edebi kısmını kısaca anlatır mısınız, neler yaptınız?

 

 

 

 

 

Son bir yıl içinde art arda iki ilginç roman yazdınız. Tarihimizdeki yer almış figürlerin hayat hikâyelerini romanlaştırmayı tercih ediyorsunuz. Sizin açınızdan önemi nedir bu karakterlerin?

 

 

 

 

Şermin Hanım, Deli Tarla’nın ortaya çıkışı, içindeki öyküleri bir araya getirme maceranızla başlayalım isterim…

 

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.